Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

AİDİYETSİZ SOKAK VİTRİNİ | Sena Alper
Öykü

AİDİYETSİZ SOKAK VİTRİNİ | Sena Alper 

İstanbul iyi, çünkü herkesi kabul ediyor. Şehir kendine mecbur bırakıyor canından bezdirirken. Ne onla ne de onsuz…Vapura binmeyi çok seviyor Ahmed. Şehir hatları hareket etti mi civardaki tüm martılar peşine takılıyor. Ahmed, onları kendisiyle arkadaşlarına benzetiyor. Ya da martılar onlara benziyor tam bilemiyor. Atılan simidi, poğaçayı yakından uçan veya cesur olan hoooop gagasıyla yakalıyor. Onlarda da işe alım sırasında omzu dik, yiğit olanlar ilk önce seçiliyor. İşveren ağabeyler geldiğinde önce bir tartıyor onlarıgözleriyle, süper kahraman gibi kaslı maslı tipler. Öncelik onların oluyor tabii, çelimsizleri daha basit işler için alıyorlar. Böyle olunca yani çelimsiz, sıska, para da azalıyor işte.

Her sabah ezanından sonra cadde üzerinde bekliyorlar. Erken gelenler kârda, arabalar yolun başında durunca ilk önce,sıranın başındakiler atlıyor arabanın arkasına. Bazen mesela nakliyeci ya da ırgatbaşı bağırıyor: “Beş kişi lazım! Yirmi kişi lazım!” O zaman gör curcunayı. Tabii, Ahmed buna bir çözüm buldu. Herkesi sıraya o soktu bir gün; erken gelenler başa, geç kalanlar sonlara doğru. Çünkü kargaşa herkes için kötü. Zaten ipin ucundalar, millet bir açıklarını kolluyor da başlarını ezelim, gönderelim diye. Mümkün olduğunca sessiz nefes almalı. Sezdirmeden süpürmeli çöplerini. Bağırmadan ötedeki arkadaşına sıvamalı duvarlarını. Talepkâr olmadan konuşmalımecbur kalınca. Kimsesizce ama sempatik yürümeli sokaklarını. O yüzden Ahmed’in bu düzenlemesi herkesin hoşuna gitti. Çünkü herkesle birebir ilgilenip her birinin meşrebine göre konuşuyor Ahmed. Çoğunu ilk kez görse de gözlerinden, el kol hareketlerinden karakterini çözüyor. Bağırdı mı işte adam, herkes umutla bekliyor. Otobüslerden, arabalardan, servislerden herkes hayretle onlara bakıyor yoldan geçerken. Bir vitrine bakar gibi… Sokakların vitrini Ahmedler işte. Sokağın mankeni her biri. Kaldırım kenarına çökmüş oturmuşlar, karınlarına çekmiş dizlerini, kollarıyla çaprazlama sarıyorlar bacaklarını. Başları yana eğik. Çoğunlukla kahverengi ya da yeşil, tozlu, eprimiş kıyafetleriyle. Ayakkabılar desen o biçim. İnşallah çok kişi alırlar da bir an önce sıra bana da gelir, diye umutlanıyorlar aidiyetsizler. Evet onlara böyle diyorlar, bir küfür gibi aidiyetsizler.

İş olmayınca ya da erken bitince dolaşıyor Ahmed.

Adını öğrenenler hemen Ahmet diyor, hayır diyor Ahmed. Butopraklarla onun arasında bağlantıyı sağlayan adının sonundaki bu d harfiymiş gibi sahipleniyor onu. Kimseler için benzeştirmiyor. Benzetmiyor kendini kimselere. Vitrin bakmayı seviyor. Camekanlardan yansıması izliyor. Kafasız mankenlerin tam boyunlarına denk getirip başını, takım elbiseleri, kabanları hatta yazları mayoları bile prova ediyor. İçeri girip de kabinde denendiğini biliyor asıl. Fakat tozlu, eskimiş ve eprimiş kıyafetleriyle bakışları üzerine çekmekten korkuyor Ahmed. Kendisinden sanki bir açıklama bekleyen gözlere, derdini anlatmaya çalışan gözlerle bakmak incitiyor gururunu.

Restoranların, kafelerin de vitrini var. Yiyen içen insanlar aslında gönüllü mankenleri oluyor işletmelerin. Bir çaksalar bedavaya yiyip içecekler aslında,” diye düşünüp kendine gülüyor Ahmed ne zaman bu cadde boyu yürüse, “Yoldan geçen arabalar, markalarının reklamını yapıyor. Filmle gölgelense de kendi camları vitrin olmuşlar. Felsefesi, sosyolojik bakışı yerinde aslında fakat Maslow’un ihtiyaç üçgeninin temellerini atmakla uğraşmaktan başka bir şeye vakti kalmıyor. Bu Ahmed, görünenin aksine kendini gerçekleştirmiş bir Ahmed. İstikrarlı ne barınma, beslenme ne güvenlik ne de aitlik ve saygınlık var. Fakat gerçekleştirmiş işte, üçgen ters dönmüş sanki Ahmed için. Bu hiyerarşiyi sondan, tepeden inme yaşıyor farkında olmadan.

Bir babayı görüyor bankta otururken, elinde telefon, yanında simit kemiren oğluna kızıyor. Bundan başka yemek yok,diye tehdit ediyor adam çocuğu, “Midende ne var anlamıyorum. Başka bir şey isteme bugün. diyor. Çocuğun yüzüne bakamıyor Ahmed. Çok utanıyor.

Ahmed inşaata yaklaşırken yol kenarına bırakılmış, sağlam, temiz bir tekli berjer buluyor. Çiçekli. Beyaz üstüne açık pembe çiçekler, aralarında kahverengi dallar ve mavi yeşil arası yapraklar var. Olsun. Daha iyi. Evlerine kadın eli değmiş gibi falan olur belki. Neyse. Ahmed utanıyor böyle konulardan. Hiçbir hayal kurmadan o, garaj boşluğuna kadar taşıyor berjeri.

Ahmed her akşam inşaattaki köşesinde şınav çekiyor. Gündüzün koşuşturması yetmiyor. Daha fazla kas yapmasılazım. Gece egzersizleri mühim onun için. Asla ödün vermiyor. Bir de Ali var, onu çok kolluyor. Afganistan’dan yeni geldi Ali, yer iz bilmez bir çocuk. İş güce de hâkim değil, Ahmed sabahları onu seçim sırasında mutlaka yanına aldırmaya çalışıyor. Adamlar pek yanaşmıyor. Biraz dil döküyor Ahmed. Çelimsiz Ali, eti budu yok pek. Küçük de üstelik on altı mı on sekiz mi… Dil bilmez. Ahmed’e çok dua ediyor Ali ona işi öğrettiği için. Cılız mılız ama şey değil, nasıl derler, mankafa değil. Bir kere gösterildi mi her işin altından kalkıyor, mahcup etmiyor Ahmed’i. Akşamları inşaattaki ara bölmede, yani tamamlanan bir binanın asansör girişinde toplanıyorlar. Geçici arkadaşlıklar tabii, inşaat işi bitene kadar orada akşamları aile gibi bir şey oluyorlar. Ali’nin sazı var, güzel çalıyor. Ahmed’in oralardan çalıyor. Hele İbrahim Tatlıses çaldı mı, kattaki herkes eşlik ediyor. İyi oluyor, akşamları çayla birlikte yorgunlukları yatışıyor.

Abdullah yanına yanaşıyor. “Ahmedî Abi,” diyor sevinçle, aidiyetsizlik sıfatına Ahmed çok içerlediğinden ona böyle sesleniyorlar. Adının sonuna bir aitlik eki ekleyerek. “Bizim iş olacak galiba!

Bu aralar yeni bir şeyin peşindeler birkaç arkadaş. Yeni bir hayatın belki… İnşaattan dört arkadaşla anlaştı Ahmed, ev tutacaklar soğuk inşaatlardaki bu göçebelik bitsin artık diye. En alt kattaki garaj boşluğumda eşyaları biriktiriyorlar. Para verip de alamazlar ya. Nakliye işlerindeyken taşınanlar, bazı eşyalarını gözden çıkarıyor. Onları topluyorlar. Şimdiye kadar iki üç halı, iki dolap, oradan buradan bulunmuş koltuklar, nereden baksan iki takım eder, üç yatak, bir ocak oldu. Bir tane daha yatak bir de buzdolabı bulduk mu tamamlanacak. Üzerinde kendi evinin kokusu yok Ahmed’in. Hangi inşaatın bir derme çatma bölümünde gecelese oranın kokusunu alıyor. Siniyor üstüne. “Benim hiç mi kendime has kokum olmayacak?” diye hayıflanıyor buna.

Sevinçle arkadaşına karşılık veriyor:

“İnşallah! Muhakkak! İnşallah!”

Buzdolabı işi çok zor, geçen Mahmut bir tane bulmuş, getirdi. Hepsi etrafında toplaştı ki dolabı fişe takacaklar. Bakalım çalışacak mı, diye bekliyorlar. Fişe taktılar, tık yok. Mecbur hurdacıya verdiler. Hevesleri kursaklarında kaldı. Son çare,aralarında para toplayıp alabileceklerini hayal etti Ahmed köşesine yatmaya çekilirken. Dört adamdan da bir buzdolabı parası çıkar ya elbet! Çıkmazsa da o adamın adamlığında…” Neyse. Birkaç akşamdır düşünüyor Ahmed herkes köşesine çekilince, hayat böyle geçip gidecek mi? Hadi ev buldular, tuttular, döşediler. Sonra? Bu ıssızlık, kimsesizlik, bu yabanlık, bu cadde boyu üzerine yapışan gözler kör olacak mı? Yüzüne sürdüğünde yüzünü çizen elleri, nasırlı, şişik parmakları kravatını düzelten beyefendi eline benzeyecek mi? Memleketteyken rahmetli dedesiyle uzun uzun konuşurlardıgeceleri. Bir keresinde şey demişti:

“Üç hayat var, yavrum, ilkini unuttum, buraya gelmeden evvel.

“Dede,” demişti Ahmedî, “Hayat bir tane değil mi?”

“Bezm-i elestteki, dünyadaki ve ahiretteki.”

Ben şimdikindeyim dede,” dedi içinden ağlamaklı. Çok çok uzaklarda kalmış bir masalın girişinde, dedesinin beşiğini tıngır mıngır sallayacak kadar yaşlanmış Ahmedî, dedesine cevap verdi gözünün yaşını tutamayarak.

“Ama bu kurmak için didindiğim kaçıncı hayat, unuttumyerimden yurdumdan olduktan sonra. Üç hayat yok Çok hayat var dede! Başlamadan bitiyor çoğu. Ben hangi hayat daha önemliydi iyice karıştırdım dede. Şimdiki hayat, diğer hayatları yuttu be!”

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *