İstiklâl Harbi’ni merkezîleşme aşamasında yöneten 1. Meclisin açılışından bugüne geçen zaman içinde birçok çözüm süreci yürütüldü. Bu süreçlerin tümü, aramızdaki bağları çöze çöze un ufak etti. Hâlbuki ihtiyacımız olan çözüm değil, düğüm sürecidir. Türk milletinin fertlerinin düğümlenmesi ve kenetlenmesi için topyekûn bir süreç yürütmeye ihtiyacımız var. Market sıralarından trafikteki kilitlenmelere dek birbirine düşmanlaşan, birbirinin kafasına basarak yükselmeye çalışan insanlardan müteşekkil bir topluluk hâline geldik.
Bir kadın, kocasının arabayı yanaştırması için bir park yeri tutuyor. Bir başka araç oraya yanaşıyor. Araçtan inen şoför, kadını kolluyor ve punduna getirerek kumandasından talimat veriyor. Böylece arabasının kendi kendini park etmesini sağlıyor. Aralarındaki sıkı bağların, güvenin ve samimiyetin çözüldüğü insanlar olarak hayatımıza devam ediyoruz.
“Türkler vatanlaştırdıkları topraklarda Bizans’ı ihya etmediler. Henüz oluşma safhasındaki feodaliteyi yerle bir ettiler. Belli ölçüde arabalı nakliyat uğruna gelişmiş düzeni battal ettiler. Türklerin vatanında bir merkezden diğerine en çabuk, en elverişli nakliyat at sırtındaki Türkler vasıtasıyla yapılabiliyordu. Ticareti katır veya merkep yüküyle gerçekleştiren çerçiler varlıklarını Cumhuriyet idaresinin ilk elli yılına kadar devam ettirdi. Türk vatanını muhkem kılan sadece maddî şartlar değildi. İslâm kardeşliği vatanlaşmanın çimentosuydu.”*
Bu paragraf, Türklerin vatanlaştırdıkları toprakları kâfir tasallutundan nasıl kaçırdıklarını anlatır. Tarihte iki kez görülen bir hadisedir bu. İlki, Anadolu’nun Türkleşmesi denen; miladı olarak 1071 Malazgirt Zaferi’nin gösterildiği fakat birkaç yüz yıl sürmüş olan bir düğüm sürecidir. Bir toprak parçasının yurt olmaktan vatan olmaya nasıl yükselebileceğinin formülü bu paragraftadır.
Roma, binlerce yıldır —ve bugün de hâlâ— Anadolu’nun kendi boğazını besleyecek bir ticaret yolu olmasını istiyor. Bu isteğin gerçekleşmesi için Türklerin tarihte iki kez attığı o düğümlerin çözülmesi gerekir. Atılan her düğüm, Roma’nın boğazını biraz daha sıkacaktır.
Nasıl ki işçiyi yöneten patron, işçinin emeğinden geçinmek zorundadır; Roma da ancak Anadolu’yu emerek semirebilir. Mozaik ve köprü olmak, Anadolu’nun Roma tarafından emilmesi manasına gelir.
“Türkler rafızîlikle aralarını her gün biraz daha açarak vatandaşlık kültürünü hem geliştirdi hem yükseltti. Türklerin vatandaşlık kavramıyla tanışmak için bir kentsoylu devrimine ihtiyaçları yoktu. Üstünlüğün takvada saklı olduğunu bilmek ve ‘Hepimiz Resulullah Muhammed’in ümmetiyiz’ demek Türklerin arasındaki bağı pekiştiriyordu.”**
Bu paragraf, Anadolu’da Bizans’ı ihya etmeyip bilakis Anadolu’yu Bizans’ın elinden kaçıran Türklerin bunu hangi yolla başardığının, yani düğümün nasıl atıldığının açıklamasıdır. Paragrafta sözü geçen vatandaşlık bilinci, 10. ve 11. yüzyıllarda Mâverâünnehir denen coğrafyada temelleri atılmış bir şeydir. O gün ele geçirdiğimiz vatan sayesinde bir vatandaşlık şuuru da edindik. Bu, bugün ıskaladığımız bir meseledir.
Hülâsa elimizde iki veri var:
1. Türkler Anadolu’yu kâfir tasallutundan kaçırdı.
2. Türkler Anadolu’yu kâfir tasallutundan, üstünlüğün takvada olduğuna iman ederek kaçırdı.
Ne yapacağız? Nasıl yapacağız? Bu iki sualin cevabı işte burada. Türk vatanını yine kâfir tasallutundan kaçırmalıyız. Bunu ancak üstünlüğün takvada olduğuna iman ederek yapabiliriz.
Zâriyat Suresi’nin 50. ve 51. ayetlerinde “Hepiniz Allah’a kaçın ve Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin” buyurulur. Bu ayette “beraber” manasını veren “ma’a” harf-i cerr’inin kullanılmış olması, Allah yerine başka bir ilaha iman etmekten değil; Allah’a iman ederken aynı zamanda yeryüzünden bir gücü, bir mahlûku da ilah edinmekten söz edildiğini gösterir. Bu güç; ağa, Batı, devlet, sermaye sınıfı vb. olabilir. Allah ile beraber başka bir gücü ilahlaştırmak, Hristiyanların teslis inancı yoluyla Allah’a kiliseyi ortak etmelerine sebep olmuştur. Türkler bugüne dek ne yapabildilerse, üstünlüğü takvada bilerek; yani yeryüzündeki güçleri ilah kabul etmeyerek yapabilmişlerdir.
Vatandaş olmak, evvela bir vatan sahibi olmakla mümkündür. Vatan ve yurt ise iki ayrı kavramdır. Türklerin Anadolu’yu vatanlaştırması, burayı kâfirlerin elinden kaçırmaktan başka ne anlama gelebilir? Misalen Almanya, milyonlarca Türk’e yurt olmuş durumdadır; fakat Almanya bir Türk vatanı değildir. Demek ki yurt, karın doyurmakla ilgili bir mesele iken vatan siyasetle ilgili bir meseledir. Türkler dünyanın her köşesinde karınlarını bir şekilde doyurabilecek maharete sahiptir. Türklerin vatan sahibi olması ise, dünyanın her köşesine kararlarını bir şekilde dayatabilmeleri; bir başka deyişle kararlarının hesaba katılmasını sağlayabilmeleridir. Vatan sahibi olabilmenin tadı hiçbir meyvede yoktur. Vatanımız varsa, vatandaşız demektir.
Peki bugüne bakalım: Türkiye’ye kâmil manada vatan diyebilecek kaç kişi var? Bu topraklar bugün kâfirlerin elinden ne derece kaçırılmış durumda? “El” kelimesinin güç/erk manasını hatırlayalım.
“Hasbiyallâh ve ni‘mel vekîl” belki bizden önceki nesillerin tümünün ağzında olan bir sözdü. Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. Türklerin Allah’ın yanında başka bir dünyevî gücü ilahlaştırmadığı zamanlardan kalma bir ifade…
Türklerin Tımarı
Osmanlı tarihine dair okullarda bize öğretilen ilk bilgilerden biri, Anadolu’da “tımar sistemi”nin olduğudur. Bu sistem uyarınca bir bölgedeki tarım sahası belli kişilerin yönetimine verilir; o kişi hem ziraati hem de bölge insanlarından oluşturulan belli sayıda atlı birliği organize eder. Bu sistem, ordunun en önemli vurucu gücü olan atlı birliklerin doğrudan halktan —bir başka deyişle milletten— oluşmasını sağlar. Böylece vatan aidiyeti ve sadakat tesis edilir. Tımar, aynı zamanda vergi sisteminin de bir nizama kavuşmasını sağlar.
Türklerin Anadolu’ya hâkim olmaları malumunuz 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’ne bağlanır. Bu muharebenin hemen öncesinde Bizans’ın genel durumu nasıldı diye bakacak olursanız, bizdeki tımar sisteminin neredeyse aynısının Bizans’ta da mevcut olduğunu ve 11. yüzyıla gelinirken bu sistemin bozulduğunu görürsünüz. Kısacası, ironik bir şekilde hem Bizans hem Osmanlı çökerken tımar sistemleri bozulmuştur.
Vergi veren özgür köylüler, tımar sistemine tam benzemese de Roma’da da vardı. Roma’nın sarsıcı Kartaca saldırılarına karşı kazandığı zaferin en mühim sebeplerinden biri, vergi veren özgür köylülere sahip olmasıdır. Zira Kartaca’da böyle bir yapı yoktu. Orada büyük çiftliklerde aristokratların emrinde üretime katılan, özgür olmayan ve dolayısıyla vergi de ödemeyen gayrihür köylüler bulunuyordu.
Özellikle Bizans’ta “vergi veren özgür köylü” yapısının, büyük toprak sahiplerinin güç kazanmasıyla yıkıldığını biliyoruz. Derebeylik ve serflik yükselirken özgür köylülük azaldı. Bu süreç Bizans Sarayı tarafından durdurulmak istenmiş, ancak başarı sağlanamamış ve paralı askerlik sistemine geçilmiştir.
Tımar kelimesinin sözlük anlamı “bakım”dır. Atın nallarını yenilediğiniz vakit onun tımarını yapmış olursunuz. Böbrek taşı ağrısı çeken bir insanı iyileştirdiğiniz vakit onu tımar etmiş olursunuz. Tımar, insanlar için de kullanılabilen bir kelimedir. Mehmet Âkif, “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” derken; ezelden beri hür yaşadığı için Batılı devletlerin Türkleri tımar edemeyeceğini söylüyordu.
Bir milletin hür yaşaması için kendi tımarını kendisinin yapması icap eder. Bugün ise Türklerin fiyakası bozuluyor. Kendimizi tımar etmek bir yana, akla gelen hemen her konuda birbirimizi boğazlıyoruz. Aramızdaki bağların çözülmesi, seviyemizi aşağı çekiyor. Türk vatanını kâfir Roma’nın arpalığına çevirecek bir çözülüş sürecine değil; Erzurum Kongresi’nin tespit ettiği gibi, bu vatanı kâfirlerden kaçıran ve bu yolda elini taşın altına koymuş bulunan tüm anâsır-ı İslâm’ın düğümlenmesi sürecine ihtiyacımız var.
*/** İsmet Özel, Emri Vermek mi Kolay, Yoksa Almak mı?, 29 Zilhicce 1446 (25 Haziran 2025)