Baudelaire, şöhretinin zirvesinde.
Kötülük Çiçekleri gibi küçük hacimli, üç yüz sayfadan kısa bir kitap, edebi saygınlık açısından çokça tanınmış ve iddialı eserlerle aynı seviyede duruyor. Hemen hemen bütün Avrupa dillerine çevrilmiştir, ki bu hakikat üzerinde biraz duracağım, zira öyle zannediyorum ki Fransız edebiyat tarihinde bunun bir benzeri yok.
Fransız şairler, Fransa dışında genellikle çok az bilinip takdir edilirler. Düzyazıda daha kolay avantaj sağlıyoruz, fakat poetik güç bize eser miktarda ve isteksizce teslim edilmiştir. 17. yüzyıldan bu yana lisanımızda egemen olan düzen ve katılık, özel vurgumuz, katı prozodimiz, basitleştirme ve doğrudan netlik düşkünlüğümüz, abartı ve saçmalık korkumuz, ifademizdeki bir nevi tevazu ve düşüncemizin soyut eğilimi, diğer milletlerinkinden oldukça farklı ve genellikle onu erişilmez kılan bir şiirin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. La Fontaine yabancılara tatsız gelir. Racine kapalı bir kutudur. Lisanımızı yakından tanımayanlar için armonisi fazla ince, tasarımı fazla saf, dili fazla zarif ve nüanslıdır.
Victor Hugo dahi, romanları haricinde Fransa dışında pek tanınmaz.
Fakat Fransız şiiri, nihayet Baudelaire ile sınırlarımızı aştı. Tüm dünyada okunmaya başlandı; modernitenin hakiki şiiri olarak yerini aldı; taklitlerini kışkırtıp, birçok zihni besledi. Yabancı ülkelerdeki Baudelaire etkisine Swinburne, Gabriele d’Annunzio gibi kişiler en güzel tanıklığı edecektir.
Bu sebeple söyleyebilirim ki, Fransız şairlerden, ondan daha büyük ve yeteneklisi varsa da daha önemlisiyoktur.
Peki bu sıra dışı ehemmiyetin sebebi nedir? Baudelaire gibi özgün, alışılmışın dışında bir kişi, nasıl bu kadar yaygın bir akım oluşturabildi?
Ölümünden sonraki bu büyük itibar, bu manevi zenginlik, halihazırda zirvesinde bulunduğu bu şöhret, kıymetli bir şair olmasının yanı sıra istisnai koşullara da bağlı olmalıdır. Şiirsel yetenekle birlikte eleştirel zeka da bu koşullardan biridir. Baudelaire, bu ender birleşime, fevkalade bir keşif borçludur. Yaratılıştan hissi ve titiz biriydi; onu biçimsel manada en rafine denemelerde bulunmaya götüren talepkârlıkta bir hassasiyet sahibiydi; fakat zihinsel merakı ona Edgar Allan Poe’nun eserlerinde yeni bir entelektüel dünya keşfetme şansı kazandırmasaydı, kuşkusuz bu yetenekler kendisini yalnızca Gautier’e bir rakip veya mükemmel bir parnasyen sanatçı olmaktan öteye taşıyamayacaktı. Poe, bir berraklık iblisi, bir analiz dehası ve mantık ve hayal gücünün, mistisizm ve hesaplamanın en yeni, en baştan çıkarıcı kombinasyonlarının mucidi, olağanüstü bir psikolog, sanatın tüm kaynaklarını araştıran ve kullanan bir edebiyat mühendisi olarak karşısına çıktı ve onu mest etti. Pek çok özgün görüş ve sıra dışı vaatlerle büyülendi; yeteneği dönüşüme uğradı, talihi müthiş değişti. İki zihnin bu sihirli karşılaşmasının etkilerine birazdan döneceğim. Fakat şimdi, Baudelaire’in oluşumundaki kayda değer ikinci bir koşulu ele almalıyım.
Romantizm’in zirvede olduğu bir zamanda reşit oldu. Edebiyat tahtında, parlak bir nesil oturuyordu. Lamartine, Hugo, Musset, Vigny gibi isimler dönemin ustalarıydı.
Kendimizi, 1840’larda yazmaya yeni başlayan bir delikanlının yerine koyalım. Buyurgan bir içgüdünün, ortadan kaldırılmalarını dikte ettiği sanatçılarla yetişmişti. Edebi kabiliyeti, onlar tarafından uyandırılıp beslenmiş, başarılarıyla ilhamlanmış, eserleriyle şekillenmişti, bununla birlikte hayatta kalabilmesi için, ilkinin kendisini biçim dünyasından, diğerinin duygu dünyasından, üçüncüsünün pitoresk dünyadan, dördüncüsünün anlam derinliğinden dışlayacak; kendisine şöhretin her noktasını kaplamış olarak görünen yine aynı adamların reddedilmesi, devrilmesi ve değiştirilmesi ister istemez gereklilik kazanmıştı.
Ne pahasına olursa olsun, aynı dönemde güçlü bir şekilde neşvünema bulmuş ve olağanüstü bir şansın eseri olarak bir araya gelmiş bir grup büyük şairden kendisini farklı kılmak zorundadır. Bu yüzden, Baudelaire’e sorun teşkil eden şey: “Lamartine, Hugo ya da Musset gibi olmadan nasıl iyi bir şair olunur.” şeklinde tecessüm etmiş olabilir, ki bence olmalıdır. Bilinçli olarak böyle bir şey söylediğini iddia etmiyorum, fakat zihninin bir köşesinde saklı kalmış; ve dahi Baudelaire’in özünü inşa etmiş olmalıdır. Bu onun bir nevi raison d’état[1]’sıdır. İnsanın fıtratında olan, gurur da dahil olmak üzere sivrilme ve farklı olma ihtiyacı, bu hayatın bir parçasıdır. Kötülük Çiçekleri’ne önsöz niyetiyle hazırladığı bir yazıda Baudelaire: “Şanlı şairler, şiirin topraklarının en münbit bölgelerini uzun zaman önce kendi aralarında paylaştılar… Bu sebeple ben BAŞKA BİR ŞEYyapacağım…” demiştir.
Kısacası, haletiruhiyesi ve söz konusu koşulların zorlamasıyla, Romantizm denen sistem veya sistemsizlikle giderek daha doğrudan bir fikir çatışmasına sürüklendi.
Istılahı tanımlamayacağım. Buna kalkışmak için, insanın tüm kesinlik duygusunu kaybetmiş olması gerekirdi. Halihazırda üzerine eğildiğim şey, “doğmakta olan” şairimizin, çağının edebiyatıyla yüz yüze geldiğinde göstereceği en olası tepki ve sezgileri yeniden kurmaktır. Baudelaire, bu yüz yüze gelişten, fazla zorlanmadan yeniden kurabileceğimiz kesin bir kanıya vardı. Doğrusu, geçen zaman ve sonraki edebi gelişmeler -ve hatta Baudelaire, eserleri ve başarısı- sayesinde, kimi zaman itibari, kimi zamansa tamamen ihtiyari olan, ister istemez muğlak Romantizm fikrimize biraz kesinlik getirmenin güvenilir ve basit bir yolu var. Bu yol, Romantizm’i neyin takip ettiğini, değiştirdiğini, düzelttiğini, onun neyle çeliştiğini ve en nihayetinde yerini neyin aldığını gözlemlemekten ibarettir. Kendisinden sonra gelen, muhalif olan ve kaçınılmaz surette, kendiliğinden, varlığına tam bir cevap niteliği taşıyan akımları ve eserleri dikkate almak yeterlidir. Bu açıdan bakıldığında, Romantizm, zamanında, Natüralizm ile çelişen ve Parnasyen güçlerin karşı çıktığı şeydi; aynı şekilde Baudelaire’in hususi tutumunu belirleyen de buydu. Bu, neredeyse eşzamanlı olarak, mükemmeliyet istemini -“sanat için sanat” mistisizmini- eşyanın gözlemi ve kişilerüstü dışavurumu talebini kendi aleyhine harekete geçiren bir şeydi; yani, daha dolu bir içerik ve daha ince, daha saf bir biçim için duyulan arzu. Romantiklere, ardıllarının gündem ve eğilimlerinin bütününden daha fazla ışık tutan hiçbir şey yoktur.
Belki de Romantizm’in kusuru yalnızca, özgüveni beraberinde getiren aşırılıklardır?… Yeniliğin ergenliği her zaman küstahtır. Hikmet, hesaplama, yani kısacası mükemmeliyet, ancak kaynakların idareli kullanılması gerektiğinde ortaya çıkar.
Her halükârda, Baudelaire’in delikanlı olduğu zamanlarda bir doğruculuk[2] dönemi başladı. Gautier, biçimsel gereksinimlerin gevşetilmesine ve dilin yetersizliği veya uygunsuz kullanımına çoktan karşı çıkmış ve tepki göstermişti. Çok geçmeden, Sainte-Beuve, Flaubert ve Leconte de Lisle, her biri kendi tarzıyla, coşkulu rahatlığa, üslup tutarsızlığına, tuhaf ve çocuksu taşkınlıklara karşı tepki göstereceklerdi… Parnasyenler ve Realistler, daha fazla derinlik, hakikat; teknik ve entelektüel nitelik için detaycılık, nicelikte bolluk ve hitabet dinamizminin dışa dönük alayişinden vazgeçmeye razı oldular.
Özetle, Romantizm’in bu çeşitli “ekoller” tarafından yerinden edilmesinin, spontane eylemin yerine, bilinçli olarak düşünülmüş eylemin geçmesi olarak görülebileceğini söyleyebilirim.
Romantik yapıtlar genellikle, kendisini rafine ve titiz bir okurun dik başlılığına tâbi tutan yakın bir okumaya karşı pek fazla direnemez.
-DEVAMI GELECEK SAYIDA-
[1] Ulusal çıkar, Hikmet-i Hükûmet.
[2] Scrupulousness: Doğru veya münasip olarak kabul edilen şeylere sıkı sıkıya bağlı kalarak davranma hali.