X.
Dijital Şizofreni
Bildirime bakarken aynı anda ekranı kaydırıyor, bir yandan da yanımızdakine sadece yarım kulak veriyoruz. Aslında her şeye yetişiyormuş gibi görünüyoruz ama hiçbirine tam olarak varamıyoruz.
Prolog I: [Yaz ayları geldiğinde ailece köye göçer, dedemin ve babaannemin sert mizaçlı evine yerleşirdik. O evde zaman farklı akardı; dış dünyanın cazibeleri kapının dışında kalır, içeride disiplin hüküm sürerdi. Babam yıllık iznini burada geçirirdi, biz de köy hayatının içine dalardık. Çocuk aklımla en çok hatırladığım şeylerden biri, iletişimin bile kısıtlı bir lüks olmasıydı. Cep telefonu yoktu; anneannemleri ya da teyzelerimi aramak için köy bakkalına giderdik. Bakkalın adıyla değil, lakabıyla tanırdık onu: Çıfıt. Köyün tek telefonu onun dükkânındaydı; masanın üzerinde duran yeşil renkli çevirmeli ahizeli telefon. Herkes sırayla o ahizeye uzanır, sesini köyden şehre duyurmaya çalışırdı. Bugün elimizin altında sayısız iletişim aracı olmasına rağmen, o tek ahizenin etrafında kurulan topluluk, belki de en sahici sosyal medya platformuydu.]
Prolog II: [Dedemin evinde de telefon vardı ama ona dokunmak yasaktı. Hele açış tarzı hâlâ kulaklarımda yankılanır:
“—Burası Afyon Sultandağı Doğancık Köyü, ben Efe Mehmet Dağdelen. Kiminle görüşüyorum?”
Her defasında aynı ciddiyetle başlardı; ev değil, adeta devlet dairesi. Televizyon da yasaktı; yalnızca küçük bir radyo vardı ve ona da ancak belirli saatlerde izin verilirdi. TRT Radyosu, yalnızca haber saatlerinde açılırdı. Spiker anons ederdi:
“—Saat 16.00, şimdi haberleri veriyorum!”
Dedem hiç sektirmeden yanıt verirdi:
“—Ver!”]
Prolog III: [O radyo, evin dijital asistanıydı aslında; tek farkla, yalnızca günde bir kez konuşur, geriye kalan saatlerde onurlu ve kederli bir -us’la- susardı. Şimdi ise telefonlarımızın ekranları günde ortalama 4,5 saatimizi işgal ediyor (DataReportal, 2025). Oysa iletişimin sınırlı oluşu, kıymetini katlıyordu.]
Prolog IV: [Düğün davetiyeleri bile WhatsApp grubuna bırakılmaz, kapı kapı gezilerek elden verilirdi. Antropolog Marshall Sahlins’in dediği gibi, “hediyeleşme yalnızca nesneleri değil, ilişkileri taşır” (Sahlins, 1972). Elden verilen bir davetiye, bağın kendisini kurar ve hatırlatırdı. Bugün tek tıkla gönderilen dijital davetlerin birkaç gün içinde unutulması şaşırtıcı değil; çünkü bağın kendisi eksik.]
Bağın kendisi yok, sadece dosyanın gölgesi var.
Köy hayatı, yalnızca gündelik işlerin sertliğini değil, aynı zamanda keskin bir mizahı da taşırdı. İnsanlar birbirine acımasız lakaplar takardı ve bu lakaplar çoğu zaman kişiyi, adından daha çok tanımlar hale gelirdi. Dedemin kız kardeşi, tahtadan yapılmış bir aparatla yürüdüğü için herkes ona “Tahta Bacak” derdi; öyle ki, gerçek adını bilen bile azdı. Babamların büyükbabası “Kel Çakır” olarak bilinir, kel kafasıyla soy ağacının resmi kaydına adeta gölge düşürürdü. Mahallenin Gambur Amet’i, Pate Kızı, Bayrak’ı, Gamez’i, Kör Fatma’sı… Bu liste uzar giderdi.
Bugün sosyal medyada kullandığımız “nickname”ler ya da “username”ler aslında işte bu köy lakaplarının dijital torunlarıdır. Ancak arada ironik bir uçurum vardır: Dijital kimliklerimizi canımız istediğinde, tek tuşla değiştirebiliriz; oysa köydeki lakap, bir kez üzerinize yapıştı mı, ömrünüz boyunca sizinle yaşar. Lakap, sadece bir çağrı biçimi değil, aynı zamanda toplumsal bir hüküm, bir çeşit “etiketli kader”dir.
Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramı burada tüm çıplaklığıyla devreye girer. Çünkü iletişim sadece sözle olmaz; söylenen bir kelime, bir lakap, insanın üzerine damgalanan ve bellekten kolay kolay silinmeyen bir işarettir. Bir kez kondu mu, nesiller boyu peşinizden gelir. Öyle ki, soyadınız bile unutulabilir ama köyün taktığı lakap, taşınmaz mal gibi size miras kalır.
Sonra bir gün, bizim eve de cep telefonları girdi. İlkini babam getirdiğinde yaşadığım sevinç, çocukluğumun dönüm noktalarından biri oldu. O küçücük cihaz, sanki evin salonuna bırakılmış bir uzay kapsülü gibiydi. Ben zaten elektroniğe meraklıydım; teybe kendi sesimizi kaydedip annemin kasetlerini bozmak bana göre NASA’nın gizli laboratuvarında yürütülen deneylerle yarışıyordu. Fotoğraf makinemi kurcalayıp “banyo ettirmek” için babama yalvarmam da aynı merakın yan ürünüydü.
Dolayısıyla cep telefonunun eve girmesi sadece bir iletişim kolaylığı değil, adeta yeni bir çağın açılışıydı. Bana göre bu, elime tutuşturulmuş yepyeni bir oyuncaktı; ama sıradan oyuncaklardan farklıydı, içinde görünmeyen bir dünya vardı. Bir düğmeye basınca ışık saçıyor, tuşlarına dokununca karşıdan sesler geliyordu. Sanki köyün bakkalındaki yeşil telefon, küçülüp cebe girmiş ve bize özel kılınmıştı. O andan itibaren teknolojiyle aramdaki ilişki, sadece merakla değil, hafif bir hayranlık ve biraz da bağımlılıkla örüldü.
Mahallede de ilk alanlardan bizdik. Annemin telefonunu gizlice alıp sokakta dolaştığım günleri hatırlıyorum. O küçücük cihazı avucumda taşırken, kendimi köyün ilk astronotu gibi hissederdim; sanki o tuşlara basarak roketi ateşleyip Mars’a iniş yapabilirdim. Arkadaşlarımın gözleri telefona kitlenir, ben de onların merakını beslemek için elimde biraz daha havada taşır, ekranını açıp kapatır, tuşlarına gereksizce basardım. O anlarda elimde atomu parçalayabilecek bir cihaz varmış gibi hava atardım; aslında yaptığım tek şey, “menü” tuşuna basıp aynı ekrana bakmaktan ibaretti.
Bugün dönüp bakınca komik geliyor; çünkü o zamanlar telefonla konuşmak bile bir lüks, tuşlara basmaksa adeta kumanda koltuğuna oturmak gibiydi. Bizim çocukluk oyunlarımızın dijital versiyonu yoktu; bu yüzden elimdeki telefon sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda statü göstergesiydi. Birkaç saniyeliğine bile olsa, mahallenin en güçlü çocuğu ben olurdum; tabii ardından da mahallenin en hızlı kaçan çocuğu…
Telefon o yıllarda öyle bir lükstü ki, belde kılıfıyla taşınması adeta bir statü göstergesiydi; sanki sıradan bir iletişim aracı değil, uzaya sinyal gönderecek bir cihazdı. Bizden sonra Nazan Teyzemler aldı. İlk mesajını da anneme atmıştı. Ekranda beliren o kısa cümle, aile tarihimize kazınacak kadar anlamlıydı:
“Filiz, bu mesajı okuyorsan gel pulupetka yapalım.”
Ama işin ironik tarafı, mesaj anneme üç gün sonra, gece yarısı ulaştı. Telefon, muhtemelen bir uyduyla vedalaşmayı, birkaç karasal istasyonu dolaşmayı beklemişti. Yavaşlık olağandı, kimse bundan şikâyet etmezdi. Hatta “Geç gelmiş ama sonuçta gelmiş” diye sevinilirdi. Bugünse üç saniye içinde görülmeyen mesaja alınan tavırları, öfkeyle açılan “neden bakmıyorsun” kavgalarını düşününce, o günlerin sabır kapasitesine, hatta hafifçe komediye varan dinginliğine hayran olmamak elde değil.
O zamanlar iletişim bir yarış değil, aksine bir bekleme sanatıydı. Mesajın gelip gelmediğini günlerce kontrol etmek, sonunda gelen tek satır için bayram etmek… Şimdi dönüp bakınca, sanki o yılların teknolojisi bize sabrı, bugünün teknolojisi ise tahammülsüzlüğü öğretiyor gibi.
Ama işin daha ironik tarafı vardı: Ablamla nişanlıyken eniştem cep telefonu almak istemişti. O dönem için telefon almak, bildiğin bir cihaz edinmekten çok, neredeyse küçük bir bürokratik maratondu. Sanki devlet dairesinden ruhsat çıkarır gibi; maaş bordrosu, elektrik faturası, ikametgâh senedi… Ne ararsan istiyorlardı. Eniştem öğrenci olduğu için kendi üzerine alma şansı yoktu. Çareyi, babamın üzerine almakta buldular.
Babam ise bu durumu bir zafer gibi görüp çevresine ballandıra ballandıra anlatıyordu. Biraz gurur, biraz da espriyle şöyle derdi:
“İnşaat mühendisi damadın cep telefonu da var.”
Bizim eve ilk giren model Aselsan 1919’du. Kutu açılışında adeta NASA üssü kurulmuş gibi bir hava vardı; herkes etrafına toplanmış, sanki insanlık aya çıkıyormuş gibi o tuşlara bakıyordu. Ardından abime Tursil deterjan paketinin içinden çıkan telefon geldi. Bugünün iPhone çekilişlerini kıskandıracak kadar efsanevi bir hadise… Tencerede fasulye kaynarken bir anda evin ortasına teknoloji gökten inmiş gibi düşmüştü. O telefonu almak, sadece bir iletişim cihazına kavuşmak değil, apartmandaki tüm çocuklar nezdinde “statü güncellemesi” yapmak anlamına geliyordu.
Ama bütün bunları anlatırken, insanlık tarihinin ilk cep telefonunun hikâyesini de unutmamak gerek. Motorola’nın tuğla görünümlü o devasa cihazı, James Bond filmlerinden fırlamış gibi dursa da aslında şarjı birkaç saat dayanır, ağırlığıyla kol kası çalıştırır, sinyal gücüyle yarım mahalleyi ayağa kaldırırdı. Yani bugünün “incecik ve kırılgan” telefonlarının tam tersine, o telefonlar hem hantallığıyla hem de gösterişiyle bir güç simgesiydi.
Kısacası, bizim evin teknolojik macerası deterjan kutularından çıkan sürprizlerle başlasa da, kökleri aslında insanlığın ilk “tuğla” telefonuna kadar gidiyor. Yani bir bakıma, elimizdeki iPhone’lar ve Samsung’lar da hâlâ o tuğlanın torunları.
1973’te Motorola mühendisi Martin Cooper, elde taşınabilir ilk cep telefonu prototipini tanıttığında, yalnızca teknolojik bir yenilik sunmamıştı; aslında insanlığın iletişim alışkanlıklarını kökünden değiştirecek bir çağın düğmesine basmıştı. Ama işin ironik yanı şuydu: O tarihi ilk aramayı bir dostuna ya da ailesine yapmadı, rakip firmanın mühendisine bağlandı. Cümleleri bilimsel bir rapor gibi değil, düpedüz zafer çağrısı gibiydi: “Seni bir cep telefonundan arıyorum.”
Yani insanlığın ilk cep telefonu konuşması, tarihe geçen büyük bir bilimsel başarı ilanı değil, resmen bir “hava atma” operasyonuydu. Teknolojinin doğum anı bile rekabetin gölgesindeydi. O gün yapılan o kısa konuşma, adeta bugünün “ilk tweet”i, “ilk WhatsApp mesajı” gibiydi: içerikten çok, gösteriş ve üstünlük yarışıydı.
Bir bakıma Pandora’nın kutusu böyle açıldı. Çünkü sonrasında cep telefonları, yalnızca haberleşme aracı değil, güç ve kimlik sembolü haline geldi. İlk konuşma bir meydan okuma cümlesiyse, sonraki milyonlarca konuşma da aynı ruhun devamıydı: Kimi “Ben buradayım” dedi, kimi “Benimle ilgilen,” kimi de “Ben senden üstünüm” mesajını verdi.
İlk telefon görüşmesinin bu küçük ironisi, aslında teknoloji tarihine büyük bir ipucu bırakıyor: İnsanlık en gelişmiş icatlarını bile önce kendini ispatlamak, karşısındakine üstünlük kurmak için kullanıyor. İşin ironisi de burada gizli: Bilim insanlarının yıllar süren emeği, laboratuvarlarda harcanan geceler, sonunda rakibe yapılan “Sana attım golü” tarzı bir telefonla taçlanıyor.
Sonra sahneye Nokia çıktı. 1990’lardan 2000’lerin başına kadar öyle bir liderlik kurdu ki, adeta telefon pazarının tek hakimi oldu. O yıllarda “yılan oyunu” oynamak, milli maç izlemekten farksız bir toplu heyecandı; bir kuyruk bir ekrandan diğerine geçtiğinde sanki gol atılmış gibi sevinilirdi. Nokia sadece telefon değildi; düşse kırılmayan, bataryası günlerce giden, anteniyle uzaya sinyal gönderecekmiş gibi duran bir dosttu. Fakat teknoloji tarihinin en ironik cilvesi, bu devin dokunmatik ekran devrimini ıskalaması oldu. Parmaklarımız camın üzerinde kaymaya başladığında, Nokia bir anda ağırbaşlı bir hatıraya, vitrinlerde tozlanan bir nostalji markasına dönüştü.
Benim için milat 2008’di. Televizyonda “Aşk-ı Memnu” dizisinde Bihter’in elinde o parıldayan tuhaf cihazı gördüğümde içimde bir kıpırtı oldu: iPhone. Ertesi gün hiç düşünmeden gidip aldım. Eve dönerken elimde taşıdığım şey aslında bir telefondan çok daha fazlasıydı; adını kimsenin tam telaffuz edemediği, ne işe yaradığını pek kimsenin bilmediği bir gelecek habercisiydi. Ama bizim evde teknoloji vizyonu her zaman bir akrabanın alaycı cümlesiyle tartılırdı. Amcamın oğlu görünce kahkahayı bastı:
“—Hay salak, Çin malı telefon mu aldın?”
Oysa haklıydı; o yıllarda iPhone öyle bilinmezdi ki, elinde görünce insanın aklına hemen merdivenaltı üretim gelirdi. Kimse farkında değildi, geleceğin tuşlara değil, ekrana dokunarak yazılacağını. Ben de bir mucidi değil, bir çılgını oynuyordum sanki. Mahalledeki herkesin elinde hâlâ anteni uzayan, kapağı çıt diye açılan telefonlar vardı; ben ise parmağımla camı dürtüyordum. Onlara göre elimdeki cihaz telefon değil, biraz lüks biraz da fuzuli bir oyuncağın ta kendisiydi.
Bugünden bakınca anlıyorum ki, o an aslında kendi kişisel zaman çizelgeme bir kırmızı çizgi attım: Öncesi tuşlu dünya, sonrası ise sonsuz kaydırma evreni.
Bugün düşünüyorum da, ben gerçekten sokakta oynayan son nesildenim. Çocukluğum, asfaltta düşe kalka, dizi kan içinde koştururken geçti; sokak lambalarının sarı ışığı altında oynanan yakar toplar, eve geç kalınca yediğimiz azarlar, patlayan dondurma külahları, hepsi hafızamın raflarında hâlâ yerli yerinde duruyor. O zamanlar hayal kurmanın kendisi bile başlı başına bir oyundu. Hayallerimin çoğu bir şekilde gerçekleşti, fakat tuhaf olan şu ki; hayal kurarken hissettiğim mutluluk, gerçekleştiğinde yerini ince bir boşluğa bıraktı. Çünkü hayal, gerçekleştiği anda kendini tüketen bir mucize gibi: var olur olmaz kayboluyor, bir tür mutluluk üretip sonra hızla tükenen bir fabrika gibi çalışıyor. Belki de bu yüzden çocukluk, hep biraz kanayan dizlerle ve hiç eskimeyen düşlerle hatırlanıyor.
Bir SMS’in 2 kontör olduğu günlerden geldik buraya. O zamanların en popüler iletişim yöntemi “çağrı at, kapat”tı; bir nevi fakir ama gururlu Morse alfabesi. İki kere çaldırırsan “evden çıktım,” üç kere çaldırırsan “ben de seni seviyorum” demekti. Bugün ise Türkiye’de insanların %88,6’sı WhatsApp kullanıyor. Mesaj ücretsiz ama değersiz; mavi tik kaygısı, çevrimiçi görünme baskısı, “son görülme”nin üstünü örtme taktikleriyle hayatımız sürekli görünmez bir denetim altında. Eskiden kontör biterdi, şimdi sabrımız.
Linda Stone’un dediği gibi: “Continuous partialattention”. Yani sürekli kısmi dikkat. Bir elimiz telefonda, diğer elimiz bilgisayar faresinde, kulağımız yan masadaki konuşmada. Bildirime bakarken aynı anda ekranı kaydırıyor, bir yandan da yanımızdakine sadece yarım kulak veriyoruz. Aslında her şeye yetişiyormuş gibi görünüyoruz ama hiçbirine tam olarak varamıyoruz. Sonuç: Parçalanmış bir zihin, yarım bırakılmış cümleler, eksik yaşanmış anlar.
Psikoloji literatürü de geri kalmıyor: “Phantom vibrationsyndrome”. Yani hayalet titreşim sendromu. Telefon aslında cebinizde titreşmemiştir ama siz titrediğini sanırsınız. Araştırmalara göre kullanıcıların %90’ı hayatında en az bir kez bu yanılsamayı yaşamış. Dedemin TRT spikerine verdiği o tek kelimelik cevap, “Ver!”, günün yalnızca bir saatinde tekrar ederdi; şimdi ise cebimizdeki bildirim sesi günde bin kez çalıyor. Hatta öyle ki, bazen hiç çalmadığı halde çalıyormuş gibi geliyor. Yani gerçek titreşim ile hayalî titreşim arasındaki fark, sadece beynimizin kendi kendine oynadığı bir oyun hâline dönüşüyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2022 verilerine göre, 16–24 yaş arası gençlerin %93’ü sürekli çevrimiçi kalmaktan yorulduğunu söylüyor. Yani neredeyse her genç, bir nevi “dijital vardiya işçisi” gibi çalışıyor; telefon kapanınca mola, açılınca mesai başlıyor.
Pew Research’ün 2023 raporu ise gençlerin %54’ünün mesajlara hızlı cevap verme baskısını bir stres kaynağı olarak gördüğünü aktarıyor. “Okundu” ibaresi çıkınca üzerlerine çöken yük, sınav kaygısını bile sollayabiliyor. Bir nevi modern çağın kırmızı alarmı: Mavi tik.
Journal of Behavioral Addictions’ın 2023 tarihli araştırması da tabloyu tamamlıyor: Günde 150’den fazla telefonuna bakanların kaygı düzeyi %37 daha yüksek. Yani ekranı her açtığında aslında kaygı hesabına bir taksit daha ekleniyor. 150 defa dokunmak, 150 defa kredi çekmek gibi; faizi de geceleri uykusuzluk ve sabahları bezginlik olarak geri dönüyor.
Pandemi sürecinde yapılan birçok araştırma, ruh sağlığı için en güçlü desteğin hâlâ yüz yüze iletişimden geldiğini ortaya koydu. Ekranlardan yürütülen sohbetler, ne kadar pratik olursa olsun, asıl olanın yan sanayisi gibiydi; geçici bir fayda sağlıyor ama derinlik kazandıramıyordu. İnsan zihni, göz göze gelmenin, aynı nefesi paylaşarak konuşmanın ürettiği güven ve samimiyetle besleniyor. Demek ki teknolojinin hızına rağmen en kıymetli iletişim hâlâ yan yana oturup kelimeleri havada birbirine teslim etmekten geçiyor.
Ve belki de bugün en büyük lüks, artık kimsenin arayamadığı, hatta numarasını bile bilmediği bir telefona sahip olmaktır. Yalnızca kendi sesini duyabildiğin, çaldığında başkasının değil, kendi hafızanın yastığını getiren bir telefon. Bütün bildirimleri susturulmuş, çalması ihtimal dışı bırakılmış, zamanı sadece senin ayarladığın bir aygıt. Aslında erişilemezlik, modern çağın en pahalı statü göstergesi hâline geldi; çünkü gerçek ayrıcalık, artık bağlanabilmekte değil, bağlanmamayı seçebilmekte saklı.
Devam edecek…
Görsel: Pouya Fayazi