Boynunda asılı duran yakın gözlüğünü yanlarından kaldırarak camlarındaki kire baktı. Sadece kepek ve tozla doluydu. Sol çerçevenin sağ köşesinde ise kısa bir kirpik vardı. Mendille silmelisin. Özel bir mendili vardı bunun. Kolonyalı. İçine kırk tane koyuyorlar. Yirmi tane ikişerli set. Bir kutuda. İçerde olmalı.
Koltuğun bir köşesinde oturduğundan sol eliyle koltuğun başını, sağ eliyle oturduğu yerin kenarını tutarak ağır ağır ayağa kalktı. Kalkışında huzursuzluk vardı. “Allah bilir nereye koydu onu.” Kutunun içinden her gün iki tane çıkarıp ceketinin cebine koyardı. Oraya baktı. Mendilin dış zarı soyulmuş, dışarı fırlamıştı. Eliyle kaşıdı mendili. Kuruydu. “Çok güzel.” Beğenmedi. “Elli defa dedim şunu bana sormadan makinaya atma diye. Dinleyen kim?” Elini diliyle ıslattı. Ceketinin ıslattığı eliyle silkeledi. Kutudan başka bir ikili alıp cebine koydu. Hazırlandı, dışarı çıkacaktı. Aynayı es geçti, kendine bakmak istemedi. Ceketini iki yakasından silkelerken söylendi. “Evde de durmuyor hanımefendi, illa dışarı çıkacak.” Gömleğinin kolları bileklerinden parmaklarına çıktı. Geri çekti onları. “Çıkın oğlum çıkın, siz de çıkın!”
Zaman onu gerektiriyor diye vaktinde söyleyemediği çok şey olmuştu. Oysa hafızası aceleciydi. Birikince unuturum endişesindeydi. Zamanla bu kuruntusunu yendi. Şimdi birikmeden söyleyemiyor, üstüne eklemlene eklemlene haksız çıkamayacak kadar biriktiriyor gördüğü yanlışları. Bazen yoruluyor bunları birbirine bağlamaktan ancak çıkar yolu bulmakta hiç gecikmiyor. Bu başarısıyla başka olaylardan devşirdiği dertlerinin bütün ettiği karmaşık bir yapı oluşturdu kafasında. Keskin kararlar aldığı o günden beri taşıyor bunu. Ağırlığından mıdır, zaten olacak olandır da insan neden bulmayı sevdiğinden mi böyle diyordur bilinmez, ama o veya bu sebepten başı gittikçe öne çöktü. Şimdi boğazında top ettikleriyle beraber yeni söyleyemediklerizihnindeki var olan söyleyemedikleri kısmına eklenince alnını kaşıdı. Başını kaşıyamazdı. Kepek dökülürse…
Merdivenlerden indi. Her katta asansöre baktı. Binme, tekrar kalabilirsin. Asansör beşinci katta duruyordu. İkinci kata indiğinde düğmeye bastı, aşağı indi. Zemin kattayken asansör üçüncü kata gelmişti. Ufak bir matematik hesabı yapardı eskiden, şimdi huylanıyor bundan. Kaçacak. Dış kapıya doğru yürüdü. Dışarı çıktı. Sağa mı yoksa sola mı gidecekti henüz karar vermemişti. Kapıdan çıkar çıkmaz caddeye dahil olmak ne kötüydü. “Allah belasını versin böyle apartmanların!” diye söylendi. O sıra asansör zemin kata indi. Duymadı. Soldan devam etti. Ancak zihni şimdi arkasını döndüğü sağ tarafı taradı ve ona oraya doğru gitseydi sağ tarafta hangi dükkanları görecektiyse onları sundu. Haliyle yolun solundaki ilk dükkanlar onun için bu kısa sürede pek görünmedi… Zihin neydi öyle, nasıl hükmetmişti birden düzene. Etmemişti. Ettiyse de düşünülmezdi böyle şeyler. Bunlar insandandı. Hep böyle olurdu. Bugün de böyle oluyordu. Düşünmedi.
Yolun solundaki eğim başlayınca aşağı doğru büküldü. Artık olduğu yerdeki dükkanları görmeye başlamıştı. Dükkanlar ve kaldırımlardaki insanlar gerçekti. Akıp gidiyorlardı. O suda yıkanmak istemedi. Hemen iki türden bir yalnızlık seçti. Önce insan kalabalığının muhtelif boşluklarından süzüldü, sonra dükkân kalabalığının kaldırıma taşan kısımlarından arice duran üçü beşi oynak taşların üstünden geçti. İki çeşit oyunu da hakkıyla yerine getirmek ve bunlardan başarıyla ayrılmak onu mutlu etti. Yavaşça gerilip zafer pozu vermek isteyen mimik kaslarına hiç istemese de söz geçiremedi. Sebepsizce sırıttı. Sırıtışını geri alması kolay olmadı. Ancak kaslarını hiçbir olumsuzluğa sebebiyet vermeden düzeltebildi. Çünkü iki yalnızlığı sayesinde kimsenin bakmadığı yerlere bakıyordu, haliyle bu sırıtış aslında zihni bir cevaptı. Belliydi. İki kalabalık da bunu anladı. Kalabalıklardan insan olanları -yalnızca birkaçı olmak üzere- bu sırıtışa aynı tepkiyi verdiler. Kimileri bu tepkileri insanlığın düzeleceğine dair ümitlerle doldurdu kimileri de ütopik bir yorumla okudu. Ziyanı yoktu, kendi kalabalıkları bir bakıma isyan eden bu küçük grubun kimden akıl aldığını hemen tespit edebiliyordu. Sırası gelen bu grup, isyanını ona bakarak gerçekleştiriyordu. O ise oldukça kısa süren bu isyanların farkında bile değildi. Aklı evdeki huzursuzluğunun yürüyüşü sırasında kaybolmasındaydı. Doktorların gerçekten bildiği bir şey vardı. Bu kalemde biraz onların ilmine olan saygısını artırdı. Hafifçe başını salladı. “Var bu işte bir hikmet,” diye mırıldandı. Bu zayıf nidanın etrafça, kalabalıklarca duyulup duyulmadığını kontrol etti. Kalabalıklar kendi nehirlerinde akmaktaydı. Eğer nehrin içinde kaçırdığı bir balık olmadıysa onu kimse duymamıştı. Bu nehir benzetmesi ardına dizdiği balık imgesiyle birlikte onda başka bir hikmetin kapısını araladı. Bu sefer hakikatin gücü karşısında kabaran nahiflikle daha az gerilen mimik kasları aynı hareketi tekrarladı. Ardından kalabalıklardan insan olanları -bu sefer daha azı- ona bu sırıtışta eşlik etti. Azınlık dışındakilerse bu isyanı fark etmedi.
Cadde, yolu çaprazlamasına bölen bir ara yolla sona eriyor, artık meydan başlıyordu. Meydan kalabalık demekti. Meydan insan kalabalığının kaldırım taşlarının daha geniş bir alana yayılmasıyla artması demekti. Bunu bildiği halde kaçmadı. Zaten çoğuna karşı mücadelesini çok önceden vermişti. Meydana kadar hafif yükseltilerle devam eden yol, meydanda yine aşağı eğilmişti. Ayak tabanları yüksekte kalınca göğsünü geri itmek zorunda kaldı. Haliyle gerindi, bu ona cesaret verdi. Mühendislere -mimarlar mı ilgileniyor yollarla, hayır canım mühendisler tabi, evdeki bulmacada yazıyordu, bakmalısın- bunu söylemelilerdi. Cesaretle yürünmesi gereken yollar bayır aşağı olmalıydı. Olur olmadık adamı bile adam gibi gösterirdi böylesi. Evet, kesinlikle böyle olmalıydı. Çok ciddi bir şey söylemenin ağırlığı çöktü üzerine, terlemeye başladı. Terini bedeninde hissedince daha da heyecanlandı. Yine de olduğu gibi baştan aşağı anlatabildi kendine. “Hem oturaklı bir mantığı da olurdu. Öyle ki eğer bir yolu bayır aşağı inmişsek dönüşü bayır yukarı çıkardık. İnsan yukarı doğru çıkarken kamburlaşırdı. Haliyle adi, yenik bir poz çıkardı bundan ve yenilen daima her yenilenin kaderini yaşar ve yolu bu adilikle geri yürümek zorunda kalırdı. Olur da kazanırsa ödüllendirilirdi. Her bayırın sonu düzlüktü neticede… Ne göğsü şişirmek ne de beli bükmekti. Yorulmamaktı bir bakıma. Dinlenmekti.” Ki buna ne çok ihtiyacı vardı. “Ve ben dinlenecek kadar yoruldum Rabbim.” dedi. Duasını sevdi. Düşünebildiğine, böyle bir şey söyleyebildiğine sevindi. Mantığına da sevindi. Tüm bunları apartmandan çıkar çıkmaz sola döndüğünde seçtiği iki yalnızlığa ve evdeki huzursuzluğuna yükledi. Teselli ediliyordu, merhamet ediliyordu. “Bunu bir mühendise söylemeliyim.” dedi. Duayı değil, bulduğu mantığı söyleyecekti. “Aslında ona da değil, bunu bir tartışma programında alttaki numarayı arayarak sunucu ve konukları üzerinden yüce milletimize iletmeliyim.” dedi. Sözüyle beraber takındığı tavır da değişti. Sözünde karar kılmış gibi tekrarladı. İkinci kez söylediğinde millete yüklediği yücelik küçüldü ağzında. Milleti düşündü. Buradaki insan kalabalığıydı millet. Bunlar yüce miydi? Sözünü düzeltti. Birtakım düzenlemeler yaptı. “Bunu bir tartışma programında alttaki numarayı arayarak sunucu ve konuklar -önceki cümlesine nazaran burada ı olmaması daha doğruymuş gibi hissetti, aslında ı’sız söylemesi bir hataydı, belki de değildi, ayırt edemiyordu, (yakın gözlüğü olsa… camına kepek bulaşmamış olsa… oyunun sırası değildi, oyunun sırası olsa…) hataydı ama sonra sevdi bunu, korudu- üzerinden alçak milletimize iletmeliyim.” Yüce değillerse alçaktılar. Böylesi hoşuna gitti ve ortalıkta henüz milletin yüceliğini ondan geri isteyecek bir merhamet de gözükmüyordu. Ancak tam o sıra ünlü bir giyim mağazasının -ismini asla doğru telaffuz edememişti- kıyısına oturunca görevliler tarafından uyarılan, orada tutunamayınca biraz sağa kaykılan, bu sefer küçük, yerli ve köklü bir esnafın olanca yerini kapattığı için ondan azar yiyen ve nihayetinde huzuru PTT’nin -meydanda ismini çekinmeden söyleyebildiği tek yer buraydı- bir köşesine sinmekle bulan; buna rağmen bulduğu huzuru kaçamak bakışlara sunmayan, onu içerisinde bir yerde uyandırılıncaya dek harekete geçecek bir kuvvet olarak bekleten adama şöyle bir an baktı. Bunları görmedi, merhamete de gelmedi ya, yalnız, bir zamanlar duyduğu söz hatırına düştü. Ya Hızır’sa… Potansiyel bir Hızır adayı olan -bu türden betimlemeleri çok gavurca bulurdu, yeniden betimlemem gerekiyordu, onun için yeniden betimledim- İlahi hikmetin ışığında yüce bir söze mazhar olabilecek kıymetteki duruşların halktan -insan kalabalığı dememize ezberlediğimiz divan şiirleri engel oluyor- gizlenmesi yasasına uygun olarak ağzı yırtık karton parçasını altına almış oturan bu adam, ya Hızır’sa? Aralarındaki mesafe gittikçe kapanıyordu. Akan nehrin içinde kıyıda bir dayanak bulmadıkça duramayacağını biliyordu. Duramadı. Adımlarını zayıflattı, sanki olduğu yere düşecek gibiydi. Hafifçe durur gibi yaparak yere sağlam bir adım bıraktı, ardından sağlam ve küçük adımlarla bunu devam ettirdi. Yaklaştıkça kalbi terledi. Hissetti. Bu kadar hızlı atışlar elbet onu da terletirdi. Neredeyse aralarındaki mesafe kapanıyordu. Şimdi kaldırımların ona uzak yanında olmak vardı, diye düşündü, Hızır’dan kaçmak mı istiyorsun dedi kendine hemen. Bundan utandı. Bu türden bir hikmet istenebilmeliydi oysa. Şimdi kendine cesaret vermeliydi. Bayır ona verdiği cesareti bu adamla birlikte geri almıştı. Demek ki bayırlara Hızır da koyulmamalıydı diye geçirdi içinden. “… ve tabii sayın alçak milletim, bu bayırlarda Hızır veya herhangi başka bir cesaret kıranı olmayacak…”
Küçük adımlar atmak dizlerine iyi gelmiyordu. O hep hızlı adımlarla yol almıştı. Gençliğinden beri gidilebilecekken yarıda bırakılmış yollara, bitirilebilecekken yarıda bırakılmış işlere karşı amansız bir öfke duymuştu. Gidecekken gitmeli, bitirecekken bitirmeliydin. Ama şimdi (tam da istediği atmosferin başlangıcıydı bu ama şimdi) ayakları ona olduğundan ağır geliyor ve bu yavaş adımlar canını acıtıyordu. Yaşlanmakla uslanmamıştı. Hızından bir eksilme yaşamamıştı. Ama bu adam, bugün ona neredeyse bir ilki yaşatacaktı. Kimdi ki bu? Hızır bile olsa, kimdi ki bu? Belki beklendiği üzere Hızır, lafzı mana olarak (ne de çok seviyorsunuz böyle ifadeleri kullanmayı) bir hızlılık, atiklik anlamı taşımıyorsa da halk içerisinde çoğalan manasıyla bir atiklik ifade ediyordu. “Hızır gibi yetiştin…” sözü beyhude miydi? (bazen zarar veriyor size bu kelimeler, görmüyorsunuz, boşuna mıydı deseniz olmaz mıydı) Değildi, peki öyleyse neden o benim hızımı kesmişti? Acaba bu garip hızlılığını bizden mi alıyordu, bizim kesilen hızımız ona mı pay ediliyordu? Çok soruları vardı, hepsinin cevaplanması imkansızdı. Ancak cevaplanmayan soruları öylesine derinlikliydi ki bu derinlikte bildiklerini kaybedebilirdi.
Bedenindeki soğuyan terler yenilerini bulmakta gecikmedi. Katman katman bir ter tabakası zayıf bedenini sardı,,,
sıkışma
“Soğuyan terin vücuttan hemen buharlaştığını, haliyle de katman katmanlık bir durumun asla olmayacağını güçlü ve sağlam bir boşvermişlikle haber edecek bilimseladamlar ona ve bana şimdi çok uzaktı. O cenahtan bu söylemimize keskin dilli bir itiraz gelmedi. Şikâyet için çok açık veriyorduk oysa. Yetmezmiş gibi hatamızı da biliyorduk. Ne kadar yüzsüzdük böyle… Tıpkı milletimize benziyorduk, öyle olacaktı tabi, başka bir seçeneğimiz mi vardı…
Hayır bunlar yanlış anlaşılacak güzel doğrular. Güzel yerlerdeyim ve kendimi açık edebilecek haldeyim. Ne olur izin verin şimdi dünyamdan ve rezilliğimden bahsedeyim, kahramanımın zayıf kişiliğinin üzerindeki soyut perdenin ardında aslında benden başka bir şey olmadığını göstereyim. Küçük oyunlarımı sahneleyeyim. Tüm izinler alınmış ve seyirci sahneye girmeye başlamışken oyunumu sunayım:
‘Sayın seyirciler, yüce alçak milletimiz (sunuştan yüceyi kaldıramayız) hepiniz hoş geldiniz! Epeydir göz ardı edilen; aslında çok önceleri keşfedilmiş olup muadillerince hırpalanmaya, asıl konusundan saptırılmaya ve başka zihinlerde parça parça dolaşmaya devam eden “Alçaklığın Evrensel Tarihi” adlı piyesimizi ilk kez, hep istenildiği şekilde yekpare sergileyebiliyor olmakla şeref duyuyoruz. Sizleri de bu muvaffakiyetin mutluluğu altına davet ediyor ve sahnemizi duyargalarınızın hizmetine sessizliğinizin hikmeti üzerine açıyoruz.’
Hayır açamayız, oynayamayız, sıra bizde değil, sahneye çıkmakta acele ediyoruz… Ama kimse öğretmedi bana ne zaman çıkılacağını. Bu bir bahane değil diyorlar. Onlara siz peki zamanınızın insanı mısınız diyebilsem ya. Çizgimden sapmamalıyım, onu yalnız bırakmamalıyım. Şimdi o deyip üç nokta koysam ya, sıyrıldığımı kimse anlamaz, rezilliğimiyse herkes anlar (rezilliğimiyse herkes deyip bırakmalıydım, yine yanıldım…).”
Oyundaki tek anını, asla oynayamayacağını düşündüğü o sahneyi kafasında kurduktan sonra iki yalnızlığına geri döndü.
Birinci perde.
(Sahnedeki ışık sandalyenin üstündedir. Dış ses, çalmakta olan müziğin otuz ikinci saniyesinde söze girer.)
Dış Ses: Söyledikleri başka bir derde yamanmak için uzunca bir müddet içinde kaldı.
A.E.T. 1.sayfa
azaldığında
Her gün terlemek onda bir uyarıyı, işareti, değişikliği ifade etmiyordu. Ancak ifade etmeliydi çünkü ne bu havalar düzelirdi ne de bu ceket sırtındayken vücudu terlemekten bütünüyle vazgeçerdi.
Kendisine çeki düzen verdi, artık iyice yaklaşmıştı. Hiç gereği yoktu, geçip gidebilirdi. Bunu nasıl söyleyebilirsin, onu nasıl görmezden gelebilirim? Çelişkiler içindeydi ancak bir karar vermeliydi. Ne hazin ki insan karar verecek olunca bunuyordu. İdrak edemiyordu, doğruyu seçemiyordu, hakikati hakikati… elbet hakikati. Peki o nerede, bunadınız ya, göremezsiniz…
Karşı karşıya geldiler. İki kalabalıktan birisi olan insan kalabalığı bu karşılaşmanın farkında değildi. O’ysa ilahi olup olmadığını bilmediği karşılaşmanın ağırlığındaydı. Sözler bazılarımızı neden derinden etkiliyordu da bazılarımıza hiçbir tesiri olmuyordu? Hepimiz aynı değil miydik? Soruyorum size alçak milletim, biz aynı değil miyiz?
Adam elini açmış bekliyordu. Bizim adamımız onunla bakıştığı an ondan farklı bir şey bekledi. Bu bakışla hemen yer yarılsın ve ikisi bilmedikleri zeminde konuşsunlardı ya da amansız bir şekilde oturduğu yerden adamımızın kulağına yükselip Hızır olduğunu iletsindi. Hiçbiri olmadı. Adam ciddi bir kararlılıkla onun arkasındaki adama yönelerek elini oraya çevirdi. Adamımız bir anda saf dışı kaldı. Bunu hiç beklemiyordu. Ne yapacağını bilemedi. Adımları onu aşağı itiyordu. İnsan kalabalığı onun şaşkın ve ağır aksak halinden ona çarpmamak için muhtelif bükülmelerle yanından geçmeye başladılar. Adımlarını düzene sokup bayır aşağı devam etmek zorundaydı. Oysa o aldatılmışlığın halet-i ruhiyesindeydi. Aldanılmışlığın evham-ı muzlimesindeydi. Hızlı kararlarla işin içinden sıyrılamadığı gibi ateş membaında suzan-u büryan olmuştu. Bilmiyor muydu ki, Hızır kendini öyle herkese açmaz, sırra kadim olacak bir ruh görmedikçe yanaşmazdı. Daha başta anlamalıydı. Kendini sözlere kaptırmamalıydı. İçini ne çok dinliyordu, hep yanılsa bile ne çok dinleyecekti.
Dağılmıştı. Adımlarındaki ritmi kaybetmişti. Seçtiği iki yalnızlığın sınırlarından sapıyor, karışık bir hat çiziyordu. Karşısına çıkanlara gösterdiği dik duruşu kaybetmişti. Geri dönenler (kaybedenler) dahi ondan daha cesurdu. Hiç başlamamış bir savaşta mağlup olmasını kendisine ve geçmişine yakıştıramıyordu. Kaybedenlerin öbek öbek yükselmesi bitmiyordu, bitecek gibi de değildi. Farklı zamanlarca uzun ya da kısa denecek bir vakitte kararını verdi, ara bir sokaktan sapacak ve eve dönecekti. Mühendisler ara sokak işini düşünmüş olmalılardı. Nitekim ilk ara sokak ona çok ileride gibi gelse de oraya varmayı başardığında her şey geride kalmış ve adımladıkça da geride kalmaya devam ediyordu. Önce girdiği ara sokağın nerelerde sola döndüğünü hesapladı. Hesap yeteneği kaybolmamıştı henüz. Hesap edebilir ve hesap sorabilirdi. Bunlar iki kanat gibilerdi. Zaafları vardı ancak insanı uzaklara götürmekte başarılılardı. Olasılıkları zihninde tamamladı. Az önceki mağlubiyetin izleri, o alçaklık, gençliğindeki hızlılığı gibi eriyip yok oluyordu. Düşünmemeye gayret ediyordu. İki kalabalığın da bu yenilgiyi fark etmediğine kendini inandırmaya çalışıyordu. Hareket ettikçe hüzün dağılırdı, zihnini ve bedenini hareket ettirerek üstüne sinen bu hüzne iki ağır darbe vuruyordu. Ne var ki ondan geriye kalabilecek en küçük parça onu alt edebilirdi, geriye hiçbir şey bırakmamalıydı. Gözünü karartmıştı, hiçbir şey kalmayacaktı.
Biraz ilerideki sapaktan yukarı döndü. Her zaman gidip geldiği yolun köşesindeki manavın karpuz tezgahını görünce mutlu oldu. Oraya tırmandı. Yokuş… Kaybettiğini düşünmeyecekti. Kaybedenler düşünmemeliydi. Göğsünü yavaşça şişirdi. Biraz titredi. Bir noktaya gelince kilitledi kendini. Karpuz tezgahını sabitleyip ona doğru yürüdü. Tezgâha vardığında yol kavislenip evine ulaşıyordu. Yolu takip edip evine geldi.
Epey yorgundu ancak sokağın canlılığı hikâyenin ve hayatın devamlılığını istiyordu. Devam etti.
Dış kapı açıktı. Küçük adımlarla içeri girdi. Asansör yedinci kattaydı. Düğmeye bastı ve asansörün aşağıya inmeye başladığından emin olunca merdivenlerden yukarı çıktı. Daire kapısına gelince evde farklı ayakkabılar gördü. Zili çalmadan anahtarla kapıyı açtı. Eşi, geldiğini misafire duyurdu. Sıkıcı an. Benimle ne yapacaklar? Konuşmadı. Eşi “Hoca.” dedi. Madem hocaydın neden Hızır avcunu açıp da neden senden beklemedi. “Meryem’in torunu doğum yaptı da.” Neden beklemedi soruyorum. “Çocuğun ezanını verecek bir büyükleri yok.” Ben büyük müyüm? “Sen versen.” Yanlış zamanda sorduk. Ben büyük müyüm? “Sevaptır…” Gözüne bakıyor. Gözlük mendilimi… Niye bana haber vermeden… Sırası değil. Sırıt, dağılsın acı içinde. Bebeğin yanına git. Misafirlere hoş geldin de. Üstünü çıkarmadan tabi. Ezan okuyacaksın. Dişlerin temiz mi, fırçaladın mı, bunları düşünmeyeli çok oluyor. Takma dişlerleyiz. Sakin ol. Alışıksın. Kızının ezanını da sen vermiştin. Kırk beş yıl geçti aradan. Ne önemi var geçen yılın, sen vermiştin işte. Ezan değişmedi ya, aynı kelimeler. Kucağına aldı kızı. Kızını? Kızı al kucağına. Kızın İstanbul’da, bırak kalsın orada. Kızı aldı kucağına. Sağ kulağına eğildi. “Allah-u Ekber(i), Allah-u Ekber” insan ilk ezanını işitemez yavrum… Böyle demiştin kızına da. Hafızan sana ihanet etmiyor, ben sana ihanet etmiyorum. Biz bu kalabalıkta iyiyiz. Yenilgilerini hatırlamadan devam et. Çok iyi gidiyorsun derler batılılar bundan sonra. Sen bazen yalpaladığın için sana çok iyi gidebiliyorsun ara sıra diyelim… “La İlahe İllallah” insan selasını da duyamaz yavrum… Buyurun. Bebeği eşine uzat. O Meryem’in kızına verir. Teşekkür edecekler, kabul et. Karşılık ver. “Maşallah, Allah güzel bir ömür nasip etsin.” Âmin.
Tamam, daha senlik bir şey kalmadı. Şimdi otur kanepenin köşesine -seni bildikleri için oraya oturmamışlar- Meryem’in torununa verdiğin iki altın sözün ilahi nazardaki kıymetini ve o adamın Hızır olmaması ihtimalini artıracak yeni ayrıntıları düşün. Sakalları seyrek değildi değil mi? Oturuyordu ama bacakları da uzundu sanki, haliyle kısa da değildi.