Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

BÜNYE, KİMLİK VE KÜLTÜREL CANLILIK | Semih Samyürek
Deneme

BÜNYE, KİMLİK VE KÜLTÜREL CANLILIK | Semih Samyürek 

 

VIII.

Göçen Kervanın Ardından

 

 

 

1933 yılında okullarda okutulmaya başlanan Andımız’da şöyle bir ifade var: “Yasam, yurdumu özümden çok sevmektir,”. Bir insan, herhangi bir şeyi özünden daha çok sevebilir mi? Sevebilir. Çünkü “insan özü” diye bir şey yoktur. Bu büyük yalan pozitivistlerin uydurmasıyla yayılmış, dolana dolana bizim Müslümanların ağzına da yapışmış. Yeryüzündeki tüm insanların aynı öze sahip olduğuna dair çarpık bir algı dolanıyor hâlâ aramızda. Tüm insanların paylaştığı tek ortaklık hayvanî tarafımız. Yani hepimiz acıkıyoruz, hepimiz doğuyor, ölüyoruz.

İnsan özü diye bir şey yoktur. Çünkü mücerret insan diye bir şey yoktur. “Hayatım boyunca Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar vs. gördüm fakat insana gelince, hayatım boyunca insan diye bir şeyle karşılaşmadığımı ilan ederim; eğer insan diye bir şey varsa, benim bundan haberim yok,” demiş Joseph de Maistre. Tek başına insan özü diye bir şey yoktur. İnsan,kimliğinden temin ettiği cevher ile bir öze sahip olur. İnsanın kimliği aynı zamanda onun şeklidir de. Yani şekil ve öz arasında yok sayılmayacak bir bağ vardır.

Allah Kur’ân-ı Kerim’de birçok kez bize “Ey insanlar” şeklinde hitap eder. Çünkü bizi Müslümanlığa yani Allah’a teslim olma kimliğine davet eder. Bu yüzden Kur’an bize, “Ey insanlar” der, yani putlarını yıkıp yalnızca Allah’a teslimiyeti öne çıkartacak olan siz ey insanlar. Yeryüzündeki en yüksek kimliğe sahip olmamızı salık veren bir hitaptan söz ediyoruz. Yani Kur’ân, insan kelimesini giderek bir kimliğe dönüştürür. Ona bir mefkure ve yaşam biçimi çizer. Yani insanı kimlikten koparmaz, bilakis insanı Müslüman bir kimlik olarak inşa eder. Bu sebeple masum bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş gibidir. Dikkat ederseniz buradaki ifade insanlığı değil, tüm insanlarıdır. Yani kimlik ölürse insan da ölür. Çünkü kimliklerden azade bir insan yoktur.

İnsanın özünden daha çok sevdiği şey yurdu olursa; ne âlâ. Çünkü insanın insan olmasını sağlayan şey kimliktir. Kimliksiz insan olmaz. Kimliği olmayan kişi hayvan derekesindedir. Bu sebeple yurdunu özünden çok seven kişi de bir kimlik kazanır ve insan olma mertebesine erişir. Bu kimlik, kişiye vatan temin edebilmenin imkanlarını açar.

Bir terzinin terzi olduğuna nasıl kâni oluyoruz? Etrafımızdaki insanların görüşlerine kulak vererek terzi ve kendimiz arasında bir güven bağı kurmaya çalıştığımıza dikkatinizi çekmek isterim. Ustasını bilmeyiz, bir meslek okuluna gittiyse diplomasını da görmemişizdir. Fakat terzinin terzi olmaklığı; önce şekli üzerinden bizde belirir, ardından bu şeklin bir özü yansıtıp yansıtmadığını, bilenlere danışarak teyit eder ve o terziyle bir güven bağı kurarız.

Kâfir hayatına özeniyorsak, hidayete ermeyi reddediyor yahut böyle bir şeyin olamayacağını iddia ediyoruz demektir. Resûlullah’ın hayatına özeniyorsak, tüm açıklarımıza rağmen hidayete ermeyi umut ediyoruz demektir. Allah, Şûrâ Suresi 20. ayette, “kim ahiret harsı istiyorsa ona ahiret harsı, kim dünya harsı istiyorsa ona dünya harsı nasip ederiz,” buyuruyor.

Hars kelimesi, Ziya Gökalp tarafından “kültür” yerine ikame edilmiş. Bugün yaygınlık kazanmış durumda değil. Demek ki Gökalp’in çabası karşılığını bulmamış. Doğrudan Kur’ânî bir ifade olan hars, ekip biçmekle alakalı bir kelime. Nitekim kültür kelimesi de Latince köklerinde benzer anlamlara sahip. Yani burada hars; mahsul, hasılat anlamındadır, diyebiliriz.

Kim ahiret harsı istiyorsa ona ahiret harsı veririz, kim dünya harsı istiyorsa ona dünya harsı veririz. Kafir hayatına o veya bu şekliyle özenmek; kişinin özünü değiştirecektir. Özenmek kelimesinin öz kelimesinden geldiğini vurgulamama gerek yoktur diye düşünüyorum. Özenmek, özünü değiştirmek yani kendi kimliğinden başka bir kimliğe intibak etmek manasına gelir. Bu sebeple bizler içinde bulunduğumuz koşullar sebebiyle (misalen çalıştığımız iş dolayısıyla belli bir kıyafeti giymek zorundaysak yahut faiz alıp verme işlerini düzenleme gibi bir pozisyonda kalmışsak) Resûlullah’ın sünnetine uygun bir şekle sahip olmadığımıza kâni isek, ilk planda yapmamız gereken şey kalbimizden buğzetmektir.

Şekil kişinin özünü değiştirir, dedim. Niçin böyle olsun? Çünkü yazımın başında vurguladığım gibi kimliği yani giderek bir şekli olmayan insan özsüz kalır. Nasıl annesi olmayan yavrucağa öksüz diyoruz, kimliği olmayan insana da özsüz dememiz lazım. Bu sebeple kişinin kendini hangi şekillere soktuğu önemlidir. Bunu yalnızca kılık kıyafet olarak değil düşünme sistematiği olarak da anlamalıyız. İnsan beyni belli tutamaklar etrafında düşünce üretir. Dayanak noktaları vardır beynin. Uzay boşluğunda süzülür gibi, o boşluğa olta atıp karambole bir düşünceyi yakalar gibi düşünmez beyin. Tutamak noktaları da insan beyninin düşünme şeklidir, diyebiliriz.

Bir de Türkiye’nin şekline bakalım: Osmanlı; ilmiye, seyfiye ve kalemiye diyebileceğimiz üç sınıfın yönetimialtındaydı. Yani saray, bu üç sınıf tarafından yönetiliyordu. Bu “düzen” cumhuriyetin ilanıyla beraber değişmiş değil. Bu üç sınıfın iş birliği yaptığı dönemler, Osmanlı’nın yükseldiği, kendini toparladığı, büyüdüğü, toprak kazandığı günleri bize anlatır. Bu üç sınıfın birbirine düştüğü, iktidar mücadelesi yaptığı günlere bakarsak da Osmanlı’nın hazinesinin boşaldığı, savaşlarda mağlup olduğu günleri görürüz. Hangisinin sebep hangisinin sonuç olduğu konusunda ise ayrıca konuşmamız gerek.

Cumhuriyetin ilanından sonra ilmiye, seyfiye ve kalemiye olarak isimlendirilen bu üç yönetici sınıfın değişmediğini nereden çıkarıyorum? Türkiye her zaman bürokrasinin siyaset üzerindeki ağırlığının altında yaşadı, bugün de öyle. Seyfiyeden söz etmeye gerek var mı bilmiyorum, Türkiye düzenli olarak darbelerin yaşandığı bir ülke. Belki burada ilmiyeye özel bir parantez açmak gerekebilir. İlmiye sınıfı genellikle rejimi elinde kim tutuyorsa onun hesabına tezler hazırlamak görevini ifa ediyor. Yani Türkiye tarihinde bireysel çabalar dışında özgün, bağımsız, açık fikirli bir ilmiyeden söz etmek pek mümkün değil.

17. yüzyılda hayatımıza dahil olan şey; ateşli silahlar ve halktı. Barutla birlikte Batı’da halk da ordulara girmeye başladı. Osmanlı’da bu dönüşümün en ciddi sancısının Celalî İsyanları ile çekildiğini görüyoruz. Batı ise bu sancıları devrimlere giden yol ile çekti. Millet orduları hadisesi Batı’da bu devrimler neticesinde ortaya çıktı fakat biz bu ordu dönüşümünü Batı’daki gibi kültürel bir canlılık ile temellendiremedik. Bu temelsizlik, bizi Batılılaşmaya mahkûm etti.

İsmet Özel’in ifadesiyle “bünyemizden sıhhatli bir unsur üretmek” hadisesini ıskaladık. Kendi bünyemizi ıskalayıp bize sıhhat temin edecek unsurları Batı’nın bünyesinde aramaya koyulduk. Özendik. Oysa Orta Çağ’ın çok parçalı iktisadî ve siyasî ortamında Avrupa kıtasının bir yarısına sıkışıp kalan ve bir çukurdaymış gibi debelenen Batı, bir şey yaptıysa kendi bünyesinden sıhhatli unsurlar devşirerek yaptı. Bu nedenle Türk hayatının en büyük eksiği hâlâ ve hâlâ kültürel canlılıktır.

Batı ülkeleri, halkın orduya girmesi olarak tarif etmeye çalıştığım süreçte, temin ettikleri kültürel canlılıkla aslında bir tür kültür devrimi de inşa etmiş oldu. Türklerin kültürel canlılık temin edebilecekleri sacayakları Saray tarafından çalındı. Bu ıskalayış; bize çok tarihî sancılar yaşattı. Cumhuriyet, ısla geçilen hakikatin üzerine daha fazlasını döşemekle ikinci tarihî hataya imza attı. Bugün hala şu sihirli cümleden çok uzağız: “Bünyemizden sıhhatli bir unsur üretmek…”

Sırf günlük hayatını idame ettirebilmek adına ortak bir dil konuşan, her manada üretebilmek için kendi bünyesinden başka bir bünyeye özenmek namına kendi harfleriyle yazmayan ve doğal olarak da Millî mefkuresi olmayan bir insan topluluğu görünümündeki Türkler, başlarındaki hangi sorunu çözebilir? Kabileden kavme, kavimden millete giden yolu yürümeden ayakta kalamayız. O halde evvela Türk olmanın manasına erişmemiz gerek. Kimliksiz öz olmaz. İstiklâl Marşı’nın 41. mısrasına müracaat edelim; “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl,”. Yani; biz insan olduğumuz için değil Hakk’a taptığımız için istiklâli hak ediyoruz. Dünya üzerinde insan hakları denen uydurma kavramlar geçer akçe olsa da kimse sana sadece insansın diye bir yurt bahşetmiyor. Sen kıyam edip, Türk olarak yurdunu temin ediyorsun.

1820 yılında Rusya’da Yakuşkin isimli bir boyar yani soylu, serflerini özgür bırakmaya karar verir. Hesabı şudur: Toprağın mülkiyetini kendinde tutacak, köylülere de emekleri karşılığında ücret ödeyecek. Fakat köylüler Yakuşkin’e itiraz eder. “Biz senin olmaya devam edelim fakat toprak üzerinde mülkiyet haklarımızdan vazgeçmeyiz, biz senin, toprak bizim,” dediler. Millet olmaktan kavme, kavim olmaktan kabile olmaya doğru irtifa kaybediyoruz. Rus köylüsü bile yurt bilincine sahip iken biz hangi işlerle uğraşıyoruz? İşimiz Türk kimliğinin neye karşılık geldiğini bizzat İstiklâl Marşı’nın 41. mısrasının manasını kavrayarak ortaya koymaktır.

 

 

Devam edecek…

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *