Burak Çelik’e…
tanrı, toz kondurmadan halıya / anasını bizzat kendi doğurdu o
gök, kandile döktü rahmet / ışıdı mağara kapısındaki irsi hayat
kainatı incir ağacıyla emzirdi havva, göğüs uçlarındaki çıbanla
gayrısını düşünmeden / hele ki tanrı, insanı çıplak yaratmışken
giydirdi, süsleyip pakladı, yemini verdi kuluçkadaki tavukların
bir karıncaya, lokmayı sırtlanıp pabuçlarını dikmesini emretti
geceleri çöpte oyuncak arayan çocuklara da
intihar etmemesini fısıldadı arıya, uçurum kenarındaki taşa da
ve yumurtladı benî âdem, kendi anasını bizzat doğurdu o
tez elden ecel vakti cıbıldaklığını kapattı, utangaç bir yaprakla
kaşınan yerlerine pireler döktü, hırkasının cebinde irsi ayetler
ejderhaların üflediği kendi soluğuydu
ışırken ve büzüşürken çıplaktı beşer
intihar, harama kan bulaştırmaktı
ya “çehre” asıklığının / neydi karşılığı
hüzünle bertaraf yüzlerin asılmasının
buz yanığına meyil ettikçe dokunurdu, ipi aşınmış cevşenine o
halbuki ışıdığı ve büzüştüğü vakitler cıbıldaktı beşer
hırkayla fötr kombinini yakıştırmazdı ölüler
ejderhaların üflediği kendi soluğuydu
rüzgarın da
ve tanrı, halıdaki kırıntıları süpürünüz diye buyur ederken
evrenin düzenini kastediyordu, ayakla basılan güruh yığınını
etle tırnağın, gözle kirpiğin fuhşunu da
ejderhaların üflediği kendi soluğuydu
ona rağmen hazan vakitleri rüzgar, ahuların eteklerine yılışırdı
ejderhanın ıslık çalması da akıl baliğ ahenginden değil
alevinin bayağılığındandı / terleyince dilşikâr, soğuğa tapardı
kar toplayan hava da
kızamık geçiren urlarını tarardı, kıl yumağına dönen bir tarakla
tutukluk yapan altıpatlar pedalıyla da
gömleğinin yakasına sıçratırdı matarasından taşan votkayı
ayyaş çöl kumlarını da
çünkü ins, bir vişne lekesiydi / kanın dolaşımını hızlandıran
ve ölümdü, kandili yakıp aydınlatsın diye dökülen yağ
ejderhaların üflediği kendi soluğuydu
çıplaktı o, ışırken ve büzüşürken
anasını bizzat kendi doğurdu