Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

GELECEĞE DÖNÜŞ | Semih Samyürek
Deneme

GELECEĞE DÖNÜŞ | Semih Samyürek 

I.
Göçen Kervanın Ardından

 

“Geleceği olmayanın geçmişi olmaz.”

İsmet Özel

 

Vizigot kralı I. Reccared, İznik Konsülü’nde mahkum edilmiş olan Ariusçuluk anlayışını terk edip Katolik olmakta karar kıldığında İslam peygamberi Hz. Muhammed hayatta fakat henüz Hira’da ilk vahyi almamış durumda bulunuyordu. Tarihin böyle denk gelişleri vardır. Tamamen alakasız görünen fakat kelebek etkisi diye tabir edilen bu denk gelişler, tarihi topyekûn düşündüğümüzde önümüze bir örgü koyar. Zaten uzaktan bakıldığında örgü de manasız el hareketleri izlenimi verir; oysa ilmek ilmek işlenen ve her olayın diğerini tetiklediği bir akıştır.

I. Reccared, Katolik olurken karısının tesirini de üzerinde hissetmişti. Aldığı karar, Avrupa tarihini etkilemiş olsa da esas olarak kendi tarihini şekillendirdi. Bizim için mühim olan da evvela burasıdır. Yani kendi tarihimiz. (Bir başka deyişle milli gündemimiz) Genellikle yapıp ettiklerimizin etrafımıza olan etkilerini düşünürüz fakat kendi üzerimizdeki etkilerine çok fazla odaklanmayız. Belki günlük hayatın koşturmacasından belki büyük kurumsal şirketlerin böyle olmamızı istediğinden. Oysa erken kalkmak, çok yemek, az yürümek gibi şeyler önce bizi ‘dönüştürür’. Dönüşen insan yapıp ettiklerini de tekrar dönüştürür/düzenler. Bir fasit dairenin içinde gibi hissetmeyelim. Her dönme ve dönüşme hali, yeni açılımları beraberinde getirir.

Kendi geleceğimize dönebilirsek, yapıp ettiklerimizi de dönüştürebileceğiz. Bir gelecek ufkumuz, mefkuremiz olabilirse yüzümüzü istikbale çevirebilirsek, Kemal Sunal’ın camına ekmek bandığı, o meşhur piliç çevirme makinesinde dönüp durmaktan da kurtulacak, horozluğa adım atabileceğiz. Fakat bunun için önce tavrımızın, davranışlarımızın ‘günümüzün’ değişmesi gerekiyor. Türkiye’de 11.000 civarında kafe olduğu istatistiklere yansımış. Bu kafelerde ortalama 1 milyon kez ‘hoşgeldiniz’ sesinin göğe ağdığını tahmin ediyorum. Bu elbette yalnızca kafeler için yaptığım bir varsayım. Esnaflar yahut lokantalar konumuz dışı. 1 milyon kez hoşgeldiniz denen masalarda acaba milli gündemler küresel gündemlerin karşısında ne derece konu ediliyor yahut kaç kez şiir konuşuluyor? Türk çocuklarının sohbet ufkunu hangi konular belirliyor olabilir? Kaç gencimiz şiir konuşmak hevesiyle evden koşar adımlarla dostlarının yanına varıyor?

16. yüzyıl boyunca, Amerika kıtasına bir fare türünden yayılan veba dahil birçok hastalık, Avrupa’dan taşındı. “Batılılaşmanın” hasta ettiği yerliler arasında dünya tarihinde görülmemiş ölçekte bir kırılma yaşandı. Adı konmamış bu katliamın şiirini dahi yazacak kadar nüfus refahı içinde olamayan yerli halklar, bağışıklık mekanizmasına sahip olmamanın acısını, varlıklarını kaybederek ödedi. Hayatta kalabilen yerliler, Sao Paulo’dan yola çıkan Portekizli bandeira’ların avlarına yem oldu, köleleştirildi.

Geleceğe dönmek, Türkler için bağışıklık mekanizması demek. Bünyemizi işgal eden Batılılaşma belasına karşı bizi birleştirecek olan türkülerimiz, bağışıklığımızı perçinleyebilir. Türkülerimiz bize küresel gündemlerin taarruzuna karşı milli gündemlerimizi belirleyebileceğimiz bir ufuk temin edebilir. Peki bu bağışıklık, bu ufuk yeterli mi? Kuşkusuz hayır. Elimizde düşmanı vebaya sürükleyecek, onu kıracak kendi ‘mikroplarımız’ olmalı. Bize zarar vermeyen bilakis bizi besleyen fakat istilacının bünyesinde bozukluklara yol açan ‘yardımcı’ mikroplar. Bu da yeterli değildir. Kongo’nun vahşi suları boyunca yukarı tırmanmayı göze almak zordur. İstilacıya bu zorluğu da tattıracak olan bir insan-doğa-kültür-siyaset-ekonomi bütünleşmesi Anadolu topraklarında yeşermelidir. Ev ev, tepe tepe, dağ dağ direniş. Her ortamda şiirin konuştuğu bir hava. Şiirin konuşulması demek, taşın, toprağın, insan ilişkilerinin, nizamın hissedilmesi demek.

Suların üzerinde kalan dünya yüzeyinin 150.000.000 km2 olduğu hesaplanıyor. Türkler’in hükmü altında olduğu kağıt üzerinde kabul edilen 192’de 1’lik kısım bizim için 1’de 1 manasına gelir. 1’imizin dahi bir bandeira avına kapılmasına tahammülümüzün olmadığı bir gelecek duası ediyorum. Matematik ve tarih arasında bir kavga çıkarmak niyetinde değilim. Üç, bire eşit olabiliyorsa yüz doksan iki de bire eşit olabilir.

Şimdi biz İsa aleyhisselamın dünyevî tarafının, ilahî tarafına baskın gelip, onun değerini düşürüp düşürmediğini mi tartışmalıyız yoksa Vizigotlar’ın Katolikleştikten sonra v’lerine kadar tarih sahnesinden silindiğinden hareketle Amerikanlaşan Türkler’in T’sinin bize ancak çarmıh görevi göreceğini mi? Milli iktidarın, milli ekonominin, milli hayatın örgütlenemediği, bunun yerine Roma merkezli bir ruhban sınıfının, uzak diyarlardan gelip vergi toplayabildiği, geçişken ve çok katmanlı bir ülke yaşamı Vizigotlar’a ölüm getirdi.

Sıtmaya tutulan diğer milletler, millet olabilmenin mücadelesini uzun yıllar boyu verdi ve Roma’nın tahakkümünden kolunu kurtarabilenler milli hayatlarını erkenden tesis etti. Bu yüzden 16. ve 17. Yüzyıllarda Protestanlaşan Flemenkler, Hollanda bayrağı altında milli varlıklarını temin etmeyi başardılar. Vizigotlar’ın Roma’ya ilhakına nazaran aksi sonuç doğuran bu vâkıa; millet olabilmenin ne olduğuna dair bize önemli ipuçları sunuyor.

Türkler hiçbir zaman Avrupa’nın kast sistemi gibi bir düzene sahip olmadı. Avrupa’da binlerce yıldır, farklı sınıfların çeşitli hukuki/sosyal/ekonomik imtiyazları çerçevesinde örgütlenmiş bir tür arkaik devlet modeli vardı. Bu sebeple ortada milli bir devletin olmadığını iddia edebiliriz. Aynı şekilde 1215’e tarihlenen Magna Carta gibi gelişmelerin sebebi de çok sınıflı bir toplum olmakla alakalıydı. Yani insanların kafasında bizde olmayan bir tür “hak/hukuk” fikri yoktu. Herkes zaten binlerce yıldır sahip olduğu haklarını korumaya çalışıyordu.

Magna Carta’dan tam 45 sene evvel sınıfsal hakları için mücadele eden bir adam, Thomas Becket bu uğurla kellesini fena etmişti. Aradaki tek fark, Becket’in bir başpsikopos oluşu. Yani savunduğu haklar, kilisenin haklarıydı. Fakat burada konumuz gereği sınıfın adının önemi yok. Burada mühim olan, farklı farklı sınıfların çeşitli haklar/imtiyazlar sahibi olmaları ve bu hakları korumaya çalışmalarıdır. Thomas Becket, papazların laik mahkemelerde yargılanmasına karşı çıkıyordu. Çünkü zaten yüzlerce yıldır papazları kral değil kilise yargılıyordu. Siz Türkiye topraklarında buna benzer bir durum hiç gördünüz mü? Bizim tahayyül dahi edemediğimiz bir hadise söz konusu. Düşünün ki şeyhülislam kalkacak, Aydın’ın bilmem hangi kazasındaki imamı alacak, Saray’dan bağımsız olarak yargılayacak, hesap vermeyecek. Bu örnek de bize gösteriyor ki; Avrupa’da gelişen sınıflı toplumla Osmanlı’da gelişen sınıflı toplumun içeriği oldukça farklı. Bu topraklarda haklar/imtiyazlar milliyetler üzerinden şekillenmiştir. Örneğin Türkler, Osmanlı tebaasından farklı olarak berâyâ idiler, yani cizye vergisinden beri idiler. Bu da bize gösteriyor ki; Türkiye’de ‘sınıf bilinci’ demek ‘Türklük bilinci’ demektir. Çünkü biz Türkler, merkezi otorite karşısında topyen biriz yahut sınıfız. Oysa İngiliz papazlar, diğer İngilizlerle birlikte topyekûn olarak değil, ruhban sınıfı olarak merkezi otoriteleri karşısında bir ya da sıfırlar.

Milli gündem küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda bizi yönlendirdikleri yere değil kendi geleceğimize bakabilmenin adıdır. Türk şiiri bu noktada; şair Robert Frost’un deyimiyle tercümede buharlaşan şeyin şiir olmasından hareketle zorunlu olarak ‘milli’ olan bir katalizördür. Yani özü gereği, zâtı gereği milli olmak zorunda olan bir şeydir şiir. Bu sebeple milli hayatın canlanması, kültürel yaşamın zindeliği için şiir olmazsa olmaz bir şeydir. Bu sebeple ben şiire sanat dallarından bir dal, gözüyle bakamıyorum. Sinemanın milli olabileceğini fakat zorunlu olarak milli olabilmek gibi bir vasfının zinhar olmadığını biliyorum. Derdim şiir dışındaki sanatları küçümsemek değil, şiiri yerli yerine oturtmaya çalışmak. Geleceğe döndüğümüzde şiire varacağız. Şiire varamazsak, bir geleceğimiz olmayacak.

 

 

Devam edecek…

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *