“Türk dünyasında kültür ve sanat, insanın fiziki ve ruhi varlığını derinlikten mahrum bırakmamak üzere vardır.”
İsmet Özel
Şiir yazma uğraşı içinde olmak, Türk milletinin belki de en belirgin özelliklerinin başında gelir. Söz konusu uğraşının sonunda ortaya nitelikli bir eser çıksın ya da çıkmasın, eli kalem tutan, az buçuk mürekkep yalamış olanlarımızın birçoğu o veya bu şekilde eline kalem önüne kâğıt alıp bir şeyler karalamıştır. Rahmetli babamın askerde tuttuğu günlükte, birçok arkadaşının o deftere dostluklarına bir nişane olması adına şiirler karaladığını görmüştüm. Başka bir örnek, ilk gençlik yıllarında okul sıralarında sevdiğine şiir yazmaya çalışan niceleri vardır. Hâlâ da varlar. Bazı günlük gazetelerin şiir köşelerinde yurdum insanının karaladığı satırları hepimiz biliriz. Şiirin niteliği açısından tartışılmayacak seviyede olsalar da insanımızın duygusunu, yaşantısını, başına gelen olayları ve durumları şiir aracılığıyla anlatmaya çalışması, şiiri bu denli sevmesi belki de en mühimi şiire böyle bir anlam atfetmiş olması dikkate şayandır.
Türk milletinin şiir serüveninin başlangıç noktasını tespit etmek belki edebi bir arkeolojik çalışma gerektirebilir fakat şiirimizin seyrine dair hangi kitabı açıp okusak aslında aynı başat aktörle karşılaşırız. Hoca Ahmet Yesevi’yi takip edenler içinde nice şair-mutasavvıflar yetişti, bu şairler köy köy dolaşarak saz çalarak şiirler söylediler. Bu kültür bugün unutulmaya yüz tutmuş olan Anadolu’daki ozanlık kültürüne kadar yetişti. Şair-mutasavvıflar, Bilâd-ı Rum’a kalktı göç eyledi. Bu toprakların suyundan içtiler, o içilen sudan Yunus Emre’ler doğdu. İbn Battuta, 14. Yüzyılda Anadolu’ya yaptığı seyahatle ilgili şunları yazar: “Ahiler Bilâd-ı Rum’da sakin Türkmen akvamının her vilayet ve belde ve karyesinde mevcuttur.” O şair-mutasavvıflar âhi oldular. Âhiler de fütüvveti oluşturdu. Fütüvvetin, Anadolu’nun Türklere vatan kılındığı çağın erken dönemlerinden itibaren bu denli yayılmasından hareketle şiirin, fütüvvetin harcı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bedr gazvesinden sonra “لا فتى الا على لا سيف الا ذو الفقار” (Ali’den başka yiğit, Zülfikar’dan başka kılıç yoktur.) sözünü söyleyen Resul-i Ekrem’dir. Yiğit olarak tercüme ettiğimiz “feta” kelimesi de hem genç demektir hem de fütüvvet kavramının kökünü oluşturur. Mantıku’t-Tayr’ın Hüdhüd’ü ise âhileri anlatırken alnı, sofrası ve kapısı her zaman açık olmalıdır der. İşte bu alnı, sofrası ve kapısı her zaman açık olan âhiler, Anadolu’da meslekler üzerinden örgütlendiler. Bu mesleki temel, tüm ekonomik yapının, emeğin ve hak edişlerin Hakk’a göre tertip edilmesini sağladı. Âhiler, fiyat istikrarından tutun da bir mesleği hak edenin doğru eğitimi alarak icra edebilmesine kadar sosyo-ekonomik hayatın düzenlenmesinde başat aktör oldular. Belki bugün tüm sosyo-ekonomik dalgalanmalarımıza panzehir olacak formül buralarda gizlidir. Bugün bir meslek erbabı olmak küçümsenecek raddeye geldi. Oysa âhilikte bir mesleği hakkıyla, ahlaki esaslara uyarak yapmak, şed kuşanma töreni biri sosyal oluşumlarla destekleniyor ve toplumda saygın bir yer edinmeyi de sağlıyordu.
Şair-mutasavvıflar, şiirlerini söyleyerek, Anadolu’da bir suyun çağlamasını sağladılar. O su, Aşık Yunusları doğurdu. Yunuslar ise kendilerini besleyen/doğuran suya şiir yazdılar. Suyun üzerine yazılan şiir; nehirler, dereler, çaylar yoluyla tüm Anadolu’ya yayıldı. Yani İsmet Özel’in tespitiyle şiir, fiziki ve ruhi varlığımızı derinleştirmek üzere bir işlev gördü. Gençler, âhiler, fetalar, şair-mutasavvıflar birer şair oldular. Yazdıklarını, varlıklarını tahkim etmek, derinleştirmek üzere yazdılar ve söylediler. Bu yüzden onlar her zaman milletlerin genci oldular. Genç yazar kavramını ben bu açıdan ele alıyorum. Yunus Emreler gençti. Yazdıklarını, varlıklarını derinleştirmek üzere yazdılar. Anlamı değirmende yoğurdular. Buna cesaret ettiler malum feta yani genç, yiğit demekti. Âhilerin cesaret ettiği şey, onları küfürle bir çatışmaya soktu. Bu çatışma, mesleğini hakkıyla yapmakta mündemiçti. Ahlaki değerlerden ayrılmamakta, sofrasını herkese açık tutmakta sırdı. Çünkü bir işin hakkını verememek, bir şeye hakkı olmadığı halde sahip olmak, bencil olmak, sofrasını yetimlere, yolda kalmışlara kapatmak; küfürdür. İşte küfür budur. Kafirle çatışmak da bu nedenle âhi olmaktan geçer.
Kendi varlığı tahkim etmek için sanat eserleri ortaya koyan kişi gençtir. O kişi bir hazinedir. Oysa dinozorlar, gençlerin varlığını gölgelemek adına eser ortaya koyarlar. Bu noktada dinozor olmanın yaşla bir alakası kalmaz. Kendi varlığını derinleştirmek ve var oluşunu ortaya koymak yerine, yazılabilecek en afili mısraları yazmanın peşine düşerler. Nispeten bunu başarırlar da. Fakat bu başarının ne Türk edebiyatına ne de gençlere bir faydası vardır. Bu yalnızca kendi egolarını doldurmaya yarar.
Yazımın girişindeki tespitinin devamında Özel: “Batı medeniyetinde kültür ve sanat, ulaşılması için her şeyini feda edeceğin bir meşguliyet alanı olarak vardır.” diyerek devam eder. Bu nedenle en dâhi, en kabiliyetli dinozor yine de genç bir âhinin yazdıklarından daha derinlikli, bize daha çok dokunan bir eser ortaya koyamaz. Çünkü o ancak kendi varlığını süslemek adına eser verir. Verdiği eserin aşılamaz/ulaşılamaz olmasına çaba gösterir. Kendi varlığını derinleştirmeye çalışan bir gencin yazdıklarını görünce de burun kıvırır. Şiirini yavan bulur, bu mısraların önceki şairlere benzediğinden dem vurur. Halbuki benzersizlik ancak Allah’ın bir sıfatı olabilir. Şiir şiire elbet benzer. Haddi aşma arzusunda olan, derinleşmeyi değil ilerlemeyi/ulaşılamaz olmayı esas alan dâhi bir dinozor; işte bu nedenle genç bir âhinin şu dizelerinin künhüne varamaz: “Aşksızlara verme öğüt öğüdünden alır değil / Aşksız adem hayvan olur hayvan öğüt bilir değil”.
Bizler insan ömrünün yıkılmadan sona ermesi doğrultusunda sanatla meşgul oluruz. Yusuf (a.s): “Allah’ım benim canımı Müslüman olarak al.” diye dua eder. Bizler de bu akıbeti talep eder ömrümüzün yıkılmadan sonra ermesini önemseriz. Bugün, derinleşme esasıyla değil, ulaşılamayacak bir mertebeye çıkma esasıyla şiir yazan ya da en geniş manasıyla iş yapan insanların gün gelip yıkıldığını görürüz. Resul-i Ekrem, devesi Kasva’nın mütemadiyen birinci geldiği yarışlardan sonra bir başka yarışta yenilmesi üzerine her yükselen ve zirveye ulaşanın aşağı alınmasının Allah’ın bir kanunu olduğunu söylemiştir. Bu nedenle genç âhiler, şiirlerini zirveye ulaşmak, kimsenin başaramadığını başarmak için yazmazlar. Çünkü bilirler ki bu zirveye ulaşan kişi bir gün muhakkak yıkılacaktır. O halde aslolan ilerlemek değil derinleşmektir.