Ruhsatsız
Deneme

“GEREKLİ” ŞİİR SORUŞTURMASI (II) | Kadir Tepe

 

 

Yönelten: Kadir Tepe

Ertuğrul Rast, Ayşe Nur Biçer, Serdar Süalp, Elif Mert

 

 

 

İyi Değil Gerekli Şiir (Kutsal Zehir)

II. PROLOG

 

 

Bütün her şey kötü ama, yarın daha kötü olacak.

Şiir

 

 

Gerekli Şiir, yalnızca felsefi bir açılım değil, beşeriyetin gömü hafızası; laçkalara sırıtmayan, müzelerin vitrinlerine konulmayan, hatta çoğu zaman bilinçli olarak silinmek istenen işaretlerin toplamı. Kalbinde ne aşk ne tanrı var.

İyi şiir, bir kabilenin kendini beğenme biçimi olabilir; Gerekli Şiir ise toplumun kendi kafatasını açığa çıkarma zorunluluğu. Çünkü onda hem açığa vurulan çıplaklık hem de damarlarında dolaşan kutsal zehir bulunur—bir yandan iyileştirir, öte yandan yakar, yaralar, yakalar. Aynı zamanda bir ayna gibi, bakana yalnızca kendi yarasını değil, o yaranın ardındaki karanlığı; kırık yüzeyinde geçmişin hayaletlerini değil, yokluğun çoğalan yüzünü gösterir—baktıkça büyüyen, her bakanı kendi içine çeken bir uçurum.

 

KATMANLAR

– Moğolistan bozkırları: Sovyet döneminde yasaklanan alfabelerle gizlice yazılıp taşların altına saklanan kısa dualar gün yüzüne çıktı. Alfabe değiştirilmişti; ama gömülü taşların yüzeyinde kalan kırık harf izleri hâlâ şiir gibi okunuyordu.

– Haiti depremi: Enkazdan çıkarılan okul çantasında defter yoktu, kalem yoktu; yalnızca bir kız çocuğunun adı vardı: Poesis. O ad, göçüğün altından çıkan tek manifesto gibi, şiiri bile gereksiz kılacak kadar keskin bir iz bıraktı.

– Sahra’nın ortası: Kaybolmuş kervanların geride bıraktığı taş yığınlarına oyulmuş ok işaretleri. Bir yön gösterme çabasıydı belki; ama aynı zamanda ölümü kabullenen birer şiirdi. Çünkü hiçbir yere varmayan yön, şiirden başka ne olabilirdi?

– Şili’nin madencileri: Yer altında sıkışan karanlıkta metal borulara vurulan darbelerle gönderilen “yaşıyoruz” mesajı. Yazılı değildi; fakat her darbe, varoluşun en yalın formunda işleyen bir dizeydi—sözcükten arınmış, varlığın kendisini dile getiren bir ontoloji.

– Avustralya çölleri: Aborjin topluluklarının kayalara işlediği soy ağaçları yalnızca bir aile bağı değil, varoluşun haritasıydı. Sömürge döneminde bu işaretler silinmek istendi; ama kazınanın izi çizilenden daha kalıcı oldu. O iz, çizimi aşarak bir şiire dönüştü—çünkü şiir bazen çizgiden değil, silginin bıraktığı boşluktan doğar. Ve boşluk, belleğin en inatçı felsefesidir.

– Çernobil grafitileri: Patlamadan sonra boşaltılan apartmanların duvarlarına çocukların yazdığı son cümleler hâlâ silinmedi. Harfler, kararmış radyasyon lekeleriyle birleşti; yazı, inkâr edilemeyen bir nükleer şiire dönüştü.

Guantanamo hücreleri: Tırnaklarla kazınmış, sonra cilayla kapatılmaya çalışılmış isimler. Bir kimlik çağrısı gibi, hem susturulmuş hem haykıran. Kazınan her harf, devletin raporlarında yok sayılan bir şiirdi.

Pompeii taşlaşmaları: Yanardağın külleri altında donmuş bedenler, yazıya çevrilmemiş ama destanlardan daha kalıtımlıbir poe hâline geldi. İnsan ölümleri, yan yana sıralanmış taş figürler, sükûtun epik şiiriydi.

– Berlin Duvarı’nın yıkılışı: Sprey boyayla yazılan protesto cümleleri, duvar parçaları souvenir (hediyelik eşya) olarak satıldığında bile varlığını sürdürdü. Kapitalizmin pazara çevirdiği o duvar kırıntıları, şiirin en ironik enkazı oldu.

– Antarktika buzulları: Küresel ısınmayla eriyen buz tabakalarının altından binlerce yıl önce donmuş polenler açığa çıkıyor. Henüz okunmamış, ama doğanın kendi arşivine kazıdığı bir şiir—buzdan mürekkep, çözülmekte olan bir alfabe.

 

OLACAK OLAN

– Mars kolonisi: İlk yerleşim denemesinde oksijen sistemi çöktüğünde astronotların kasklarının iç camına tırnakla kazıdığı üç harf—geri dönmeyen bir çağrı. Dünya’ya ulaşamayan o işaret, evrenin en “yalnız” şiiri olacak.

– Veri mezarlıkları: Bir gün elektrik tamamen kesildiğinde bulut depolarda tutulan milyarlarca dosya yok olacak. İnsanlığın bütün günlükleri, konuşmaları, kayıtları kaybolacak. Arkada yalnızca okunamayan 0 ve 1’lerin gölgesi kalacak; dijital sessizlik, insanlığın en “kalabalık” şiiri hâline gelecek.

– Okyanus tabanında plastik: Yüzyıllar sonra denizlerin altındaki çöpler, fosilleşmiş yeni bir alfabe gibi okunacak. Balık iskeletleri arasında sıkışmış plastik şişeler, insanlığın şiiri değil, “itirafnamesi” olacak.

– Yapay zekâ arşivleri: İnsan seslerini taklit eden makineler, yüzyıllar sonra unutulmuş dillerde konuşmaya devam edecek. Kimi diller yok olacak, ama algoritmalar onların yargılarını yaşatacak. Bu yargılar, var olmayan bir toplumun yazılmamış “şiir defteri” olacak.

– Erimekte olan şehirler: Sular altında kalan kıyı kentlerinde, deniz tabanına inmiş tabelaların paslı harfleri “geleceğin tek kalıcı şiiri” olacak. İnsanlar kaybolacak, ama “DUR” yazan paslı bir levha, bin yıl sonra hâlâ orada olacak.

 

AÇILIMLAR

Gerekli Şiir, bir tür dil-ötesi varoluş. “Yazı izdir” tezi burada en keskin karşılığını bulur; çünkü bu şiir harflerle değil, izlerle, gölgelerle, yarıklarla örülüdür. “Dil varlığın evidir” önermesi burada çöker; bu şiir evsizliğin dilidir. Dil, artık güvenli bir oda değil, sürülmüş bir göç yoludur.

“En büyük hakikatler gülerek söylenir” sözü de burada yerini bulur; çünkü Gerekli Şiir kimi zaman trajedinin ortasından fırlayan absürt bir kahkaha gibi çıkar gelir. Toplama kampında bir mahkûmun, askerlerin önünde kendi adını yanlış söylemesi—hayatta kalmak için yaptığı o yanlışlık—şiirin kendisidir. “Aşırılığın deneyimi” tam da buradadır: Dilin sonuna gelindiğinde, şiir artık biçim değil, korunaksız bir açıklık.

 

MARJİNAL BİÇİMLER

– Sessizlik şiirdir: Mahkeme salonunda kayda geçen “sanık cevap vermedi” ifadesi, yalnızca bir tutanak değil, bastırılmış bir bilincin öylece kalmış hâli.

– Gölgeler şiirdir: Hiroşima’da duvara yapışan beden izi, yazının erişemediği yerde tek tanıklık olarak kalır.

– Yarım kalmışlık şiirdir: Depremde yıkılmış duvarın üzerinde kesilen cümle, tamamlanmamışlığıyla sözcüğe dönüşür.

– Boşluk şiirdir: Gazetede sansürle bırakılan beyaz sütun, yazılan her “iyi” şiirden daha gür haykırır; çünkü yokluk bile başlı başına bir ifade taşır.

Gerekli Şiir, estetiğin oyuncağı değil, mecburiyetin çarpıntısı. Onu çağıran sanatçının keyfi değil, tarihin ağırlığı. İyi şiir gönüllü bir uğraş olabilir; Gerekli Şiir ise çaresizlikle yoğrulmuş, direncin taşına başını koymuş bir sığınak.

 

OLACAK OLAN – RAPOR FRAGMANI

(geleceğin arşivinden düşen bir not gibi)

– Kayda geçsin: Mars kolonisinde oksijen sistemi çöktüğünde astronotun kaskına kazıdığı üç harf bulundu. Dünya’ya gönderilemedi, ama evren kayıt altına aldı. Şiir, boşlukta yargısız bir tırmalamadır.

– Kayda geçsin: Dijital bulut çöktü. İnsanlığın bütün “anı” klasörleri yok oldu. Geriye yalnızca okunamayan 0 ve 1 dizileri kaldı. Tarihçiler, bu sükûneti “insanlığın en uzun şiiri” olarak arşivledi.

– Kayda geçsin: Okyanus tabanında fosilleşmiş plastik şişeler alfabe gibi sıralandı. Gelecek kuşaklar bunu “insanın şiiri, kendi çöpüdür” diye okudu.

– Kayda geçsin: Yapay zekâ unutulmuş dillerde konuşmaya devam ediyor. İnsanlar kayboldu, algoritmalar hâlâ masal anlatıyor. Bu masallar, var olmayan bir halkın yazılmamış destanı.

– Kayda geçsin: Sular altında kalmış bir şehirde “DUR” yazan paslı levha hâlâ ayakta. İnsan yok, levha var. Gelecek bunu “medeniyetin son dizesi” diye tanımladı.

 

 

 

Ertuğrul Rast

 

 

Kadir Tepe: Neden başka ülkelerin şairleri bizim için yok hükmünde? Onlar da bizi hiç duymamış olabilir mi? Şiir evrensel deniyor ama biz hâlâ kendi aynalarımıza bakıp duruyoruz. Herkes kendi şiir toprağında mı gömülü? Şiiri bir tür millî marş gibi mi görüyoruz, bir kimlik beyanı mı, yoksa bir sınır mı? Peki ya biz, kendi şiirimizle avutulurken dünya şiirinin mezarlığında mı geziniyoruz farkında olmadan—kendimiz çalıp kendimiz mi söylüyoruz?

 

Ertuğrul Rast: “Neden başka ülkelerin şairleri bizim için yok hükmünde?” diye soruyorsunuz, yani başka ülkelerin şairlerinin “bizim için” yok hükmünde olduğunu iddia ediyorsunuz ve bunun nedenini soruyorsunuz. İddianızı doğru kabul edersek, hiçbir çeviri şiir faaliyetinin olmadığını, çeviri şiir faaliyetinin önemsenmediğini, çeviri şiir kitabının basılmadığını ya da uluslararası şiir etkinlikleri düzenlenmediğini de otomatikman kabul etmiş olacağız. Peki gerçek böyle mi? Beraber bakalım.

Çeviri, kendimizi bir başkasında görmenin yoludur. Çeviri yapılabiliyorsa ortak bir insanî alanımız var demektir. Bir yandan da o başkasıyla aramızda fark da var demektir, çünkü çeviriye ihtiyaç vardır hâlâ. Çeviri “herkesi eşitleyelim, evrensel bir idealde buluşalım” iddiası da değildir, aynı dili konuşan insanlar bile birbirini yanlış anlarken bu imkânsız bir hayaldir. Hatta çeviri başkasını anlarken aramızdaki farkın bilincinde olmayı, o farkı duyumsamayı da öğretir. Şiir söz konusu olduğunda hem dilsel hem kültürel hem de tarihsel bir temassızlık hissederiz hatta, “çeviri şiir” tadı var bunda deriz, o temassızlık budur işte. Onlar için “güzel” olan dizeler bizde aynı yankıyı bulmayabilir ve bu farklılık, sözlük farkıyla kapatılamaz. Ama yine de çeviri bir zorunluluktur, çünkü işin içinde merak vardır, tanıma merakı, farkı görme merakı… Çeviri bir konuşmadır, tanışmadır.

Şiir evrensel midir, tabii ki hayır, çünkü çeviriye ihtiyaç duyuyoruz, bu yeterli kanıttır şiirin evrensel olamayacağının. Çeviri yapmakla da şiiri evrensel yapma amacı taşınamaz, istense de taşınamaz çünkü iki dili birbirine asla eşitleyemezsiniz, iki dilin ne tarihi ne de kültürel arka planı aynıdır. Çeviri gerçek bir meraktır, başkasını tanıma merakıdır, başka bir deyişle kendini tanıma merakıdır ve bu merak çok büyük bir tarihe sahiptir Türk şiirinde.

Tanzimat Döneminde Şinasi’nin yaptığı çevirilerle yeni bir süreç başlar. Devamı hızla gelir. Daha yakın tarihe geldiğimizde çeviriyi sürdüren şairler dikkate değerdir. Ülkü Tamer, Sezai Karakoç, İsmet Özel, İlhan Berk, Cemal Süreya, Enis Batur, Cevat Çapan ve Can Yücel hemen aklıma gelenler. Şiirimizin önemli isimlerinin çeviriyi bu kadar önemsemelerinin ardındaki felsefeyi T. S. Eliot’ın şu sözünde bulabiliriz: “Bir kültürün kendi kendine yetmesi mümkün değildir. Herhangi bir milli kültürü ebedileştirmek, o kültürün diğer kültürlerle sürekli şekilde etkileşim kurmasıyla mümkündür,. Çeviri bu etkileşimi sağlayan araçlardandır. Fakat Eliot’ın önemli bir hatırlatması var bu cümlelerin devamında: “…farkları yok eden birlik de o kadar tehlikelidir. Kültürler arasındaki farklar, benzerlikler kadar hayatidir,.

Süreli yayınlarda da çeviri şiir önemli bir mecra oluşturur. Öne çıkan dört dergimiz vardır, bunların dışında da çeviri dergilerimiz var ama ben bu dördünü saymakla yetineceğim: Tercüme (1940-1966), YAZKO Çeviri (1981-1984), Metis Çeviri (1987-1992), Ç.N. (Çevirmenin Notu, 2007-2013). Bu dergiler ciddi bir çeviri geleneğimizin oluşmasında büyük pay sahibidir.

Antolojiler cephesinde ve dünya şiirinden çevirilere bakıldığında da birçok dilden çeviriler yapıldığı rahatlıkla görülebilir hem doğudan hem batıdan. Tek bir örnek verecek olursam Ataol Behramoğlu ve Özdemir İnce’nin hazırladıkları Dünya Şiir Antolojisi 103 ülkeden 847 şairin 1653 şiirini seçilerek oluşturulmuştur.

Güncel olarak Ketebe Yayınları, YKY, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Everest Yayınları, Kırmızı Kedi Yayınları, Hece Yayınları, Ebabil Yayınları ve sizin de kurucusu olduğunuz Fabrik Kitap şiir çevirisi alanında çok önemli işlere imza atıyor. Dergicilik alanında da Buzdokuz atölye dosyaları ile çeviri şiire ciddi yer açıyor. Örneğin 24. sayısında “absürt şiir” ve 26. sayısında “bilimsel şiir” çevirileri yer almıştır.

Nihayet en çok kullandığımız iki kelimeye gelirsek: Poetika ve şiir. “Poetika” Yunancadan gelir, “şiir” kelimesi de bilindiği üzere Arapçadan gelir. Bu iki kelime ile bir başka deyişle çevirinin kurduğu bir köprünün üzerinde yürümekteyiz bugün.

 

 

Ayşe Nur Biçer

 

Kadir Tepe: İkinci kitap bazen ilkini aşar; bu bir istisna mı, yoksa ilk kitaba karşı gelişen bir direnç mi? İlk kitabın yükü ikinciyi ezebilir de, onu kendi çeperinin dışına da itebilir. Belki de ikinci kitap, ilkine verilen bir yanıt, bir itirazdır. O hâlde yeniden soralım: İlk kitap nedir—taş mı, basamak mı, yoksa aşılması gereken bir eşik mi?

 

Ayşe Nur Biçer: Öncelikle şunu söylemem gerekir: Ben edebiyat yolculuğuna; insan yaşamına, devletlerin ayakta kalma süreçlerine, bir dilin konuşulup ardından gramerin icat edilmesine baktığım gibi bakıyorum. Bütün her şey akışında, doğallığında yaşanır ve bizler zihnimizde kategorize ederek, kavramsal boyuta taşıyarak anlamlandırma eğiliminde olduğumuzdan her şeyi retroaktif biçimde adlandırmak isteriz. Sonradan gelen ilkini adlandırır ve hatta son gelen hepsini. Bu yüzden o dönem, bu süreç, ilki, ikincisi, yaşamın ikinci yarısı gibi ifadeler kullanırız. Bu bakışı eleştirdiğim düşünülmesin, insan zihninin anlamlandırma aşamaları bunlar. Fakat netice olarak bir bütünü parçalara böldüğümüz unutulmasın istiyorum. Soruya gelince, şiir yazmak aynı zamanda düşünsel bir eylem olduğundan başlangıçtaki dürtüsel ve refleksif itkiyi şiire başlayan herkes koruyamıyor. Arzu korunsa da düşünsel alan yeterince beslenmediği için şair özne, ya ilk şiirlerin çemberinde dönüp duruyor ya da olduğu yerde sabitleniyor. İlk kitap, hem şiirin özü itibariyle taşıdığı çıplaklık karşısındaki çekimserliğin hem de toplumsal ve bireysel kapalılığın izlerini en çok taşıyan kitap bana kalırsa. Alınan yaşla, okuma evreninin genişlemesiyle, deneyimlerle birlikte elde edilen zihinsel bir gelişme varsa şayet, şiir zaten buna kayıtsız kalabilen bir tür değil. Muhakkak evriliyor. Bu aşamada bence zekâ ve onun sınırları da devreye giriyor. Dergilerin katı editoryal süreçlerinden de bahsetmekte fayda var. Bu da genel anlamda ilk kitaba yansıyan bir durum. Şair bence içine sinmeyen editoryal süreci içselleştirmeye çalışmamalı. Aksi takdirde yan yana getirilmesi öğretilmiş, güvenlik sınırları içindeki kelimeler etrafında dönerek kendi sesini duyamaz hâle gelebilir. Bunun örneklerini hepimiz görmüşüzdür. Bunlar dışında; anlatma enerjisini, iç malzemesini ve zihin döngüsünü ilk şiirlerinde tüketen şairler de var elbette. En trajik hikâye bu sanırım. Soruda ifade ettiğiniz gibi, böyle bir durumda ikinci kitap ilk kitap altında kalıyor ve eziliyor. Genel olarak da üçüncü bir kitap çıkmışsa onun kaderi de değişmiyor. Bu, kitabı çıkmış her şairin korktuğu bir şeydir. Zannediyorum, böyle olmasındansa her kitapta üzerine bir şeyler koyup, başka denemeler yapmak daha imrenilecek bir yolculuk.

Bu genel ifadelerden sonra ikinci kitabı yeni çıkmış bir şair olarak kendi deneyimimi nasıl algıladığımdan bahsetmek isterim. Yazmaya erken yaşlarda başlamama rağmen yayınlatma noktasında uzun yıllar bir istek duymadım. Bu kısmı özellikle anlatıyorum çünkü ilk kitabım, şiirlerin kamuya açılması düşüncesinin verdiği çekimserliği taşıyordu. Bu çekimserlik insana çok da farkında olmadığı bir otosansür uygulatıyor. Bunu sonradan daha net görebildim. Rahatlıkla söyleyebilirim ki zihnimde çok da farkında olmayarak kapattığım bir mandal varmış, o mandal ilk kitabımdan sonra açıldı. O açıklıktan gürül gürül bir şeyler aktı. Bu da elbette ikinci kitabımı birinciden farklı kıldı. Bir yandan da şunu düşünüyorum, ilk kitabım ikinci kitabımın da hammaddesi aynı zamanda. Bu şiirler sanki o şiirlerin içinden çıktı. Ayrıca ilk kitabımdaki ürünleri, lirik şiirin iyi örnekleri olarak görmeye devam ediyorum. Hâlâ arkasında durduğum bir kitap olduğu için mutluyum. Muhtemelen Alaska’da Bir Kayın yazılmasaydı, Bir Delideğil Ayna Karşısında yazılmayacaktı. Cemal Süreya, Turgut Uyar’ın ikinci kitabının çıkacağı haberi üzerine yazdığı yazıda; Uyar’ın işlevini kazanmasının, etkilerini dağıtmaya başlamasının ve şiirimizde kendine özel bir yer ayırmasının, ilk kitabın ardından Varlık’ta yayınlanan Tralalla şiiriyle olduğunu söylüyor. Orhan Koçak da bunun bir kendini doğurma olduğunu ifade ediyor. Dikkat edilirse bir doğma değil, bir doğurma hâlinden bahsediliyor burada. Hatta Uyar’ın şiirlerinde çokça geçen “dirim” kavramıyla bunu açıklamaya devam ediyor: “Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok dirim belirtisidir,” diyor. Sürecimi biraz buna benzetiyorum ben de. Uyar’ın “Tralalla”sı gibi, ikinci kitaba ismini veren şiirim “Bir Delideğil Ayna Karşısında”, ilk kitabın ardından yazdığım ilk şiir. Oradan itibaren başka bir akış başladı benim için.

Yönelttiğiniz soruyla alakalı Uyar’ın kullandığı bir kavram daha var: Kendini yeniden icat etmek. Sanırım yüksek sesle ifade edilmese de çıkan her ikinci kitapta kanon tarafından beklenen şey tam olarak bu. İkinci kitabın birinciyi aşması dediğimiz şeyin edebi temeli aslında yeniden icat etme durumunu barındırıp barındırmaması. Edinilmiş becerileri bir kenara iterek dayatılan her şeyden azade bir duyuş elde edebilme hâli. Ve bu hâl ile ortaya çıkan şiirler demeti. Deneme cesareti, kendi şiirsel kökenini bulmak ve onu gerektiğinde parçalamak, hatta bir nevi şiirsel geçmiş ve geleceğini yeniden doğurma yeterliliğine erişme durumu… Buradan bakarsak evet, ilk kitap aşılması gereken bir eşik. İlk kitap adımını atmadan bu yolu yürüyemiyorsunuz ama orayı aşmadan da ilerleyemiyorsunuz.

İkinci kitabın birinciye cevap ya da itiraz olması konusuna gelince; bu, elbette mümkün. Planlı bir şekilde insanın kendini yalanlaması, kendi üretiminin aksini yeniden üretmesi söz konusu olabileceği gibi, bu fark etmeden de yapılabilir. İnsan her adımını binlerce kez düşünerek yaşayan, sürekli tasarlayan, her yaptığının muhteşem ve kesin bağlantıları olan bir canlı değil. Tüm insanlar gibi şair öznenin de bazı konularda çok net tavırlar ortaya koyabilirken bazen de çelişkiler yumağı eylemleri olabiliyor.  Son olarak eklemek istediğim bir husus da şu; Gadamer’in hermenötik ve edebiyat bahsinde söylediği gibi, her okurun ve yorumcunun okuduğu metni farklı anlaması mümkündür, çünkü yorumcunun veya okurun okuduğu metinde ortaya çıkan anlama, yorumcunun kendi ufku ve metnin ufkunun birleşmesi sonucu ortaya çıkan yeni bir anlamın anlaşılmasıdır. Bu nedenle her farklı okur veya yorumcunun farklı bir anlam ortaya çıkarması, hatta aynı okurun aynı metni ikinci kez okuduğunda daha farklı bir anlam oluşturması mümkündür. Anlama bu hâliyle tamamen yoruma dönüşür. Yani herhangi bir edebi metnin ardından konuştuklarımız neticede yorumdan öteye geçemiyor. Doğru anlama ve yeniden yapılandırma için bu şart olsa da, genelgeçer olmadığını hatırda tutmak lazım. Konuşan kişi metnin sahibi bile olsa.

Düşünsenize, bugün herkes Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndan ilk kitabı aşmış bir ikinci kitap olarak bahsederken, yüz yıl sonra Türkiyem’in ikincisinden daha iyi bir ilk kitap olduğunun konuşulmayacağının bir garantisi var mı? İçinde bulunduğumuz dönemle ilgili, postmodern anlatılarla kafayı bozmuş edebiyatçı topluluğunun es geçtiğimetinler gibi başlıklarla araştırılmaların yapılıp yapılmayacağını bizim şu an bilmemiz mümkün değil. Hiçbir şairin şiirlerini birbiriyle savaştırmak gibi bir amaca sahip olmadığını da düşünürsek yayınlanmış kitaplara, bir “Tüm Şiirler” kitabının renkleri olarak bakmamızın sağlıklı olduğunu düşünüyorum.

 

 

Serdar Süalp

 

Kadir Tepe: Görsel iletişimin baskın olduğu bir çağda şiirin de bu dilin kurallarına göre şekillenmesi bir zorunluluk mu? Görsel şiir ve video şiir gibi biçimlerin kabulü, zamanla doğal bir şiirsel ifade mi olacak, yoksa bu türlerin “şiir” sayılıp sayılmayacağı yönündeki tartışmalar devam mı edecek?

 

Serdar Süalp: Aristoteles, canlı ve cansız varlıkları ortak özelliklerine göre sınıflandırmak şeklinde basitçe tanımlanabilecek olan kategorizasyonu ilk kez uygulayan ve böylece bilimsel yöntemi başlatan kişi olduğu için ‘bilimlerin babası’ unvanını aldı. Bilim ve teknik günümüzde artık şaşkınlık yaratacak dereceye gelmiş olan seviyesine, Aristoteles’in başlangıçta belki kabaca ama büyük bir devrim yaratarak temellerini attığı kategorizasyonun zaman içinde kapsamının genişlemesi ve imkanlarının artması sonucunda ulaştı. Yaklaşık 2300 yıl boyunca her şeyi kategorize ederek düşünmeye alışmış olan insanın, herhangi bir şekilde kategorize edemediği şeylerden rahatsızlık duyması ve bu şeyleri görmezden gelmeye çalışması gayet anlaşılabilir bir durum. Bu bağlamda, geleneksel şiir türünden ayrı düşen görsel şiir, video şiir gibi türlerin şiir kategorisi altında anılmasının tartışmalara neden olması ya da bu türlerin görmezden gelinmeye çalışılması da oldukça doğal. Bilim felsefecisi Thomas Kuhn 1962 tarihli Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde, belirli bir dönemde hâkim olan ve bilimsel araştırmaların alanları ile yöntemlerini normatif olarak belirleyen görüşlere paradigma adını verir ve bilimsel ilerlemenin, sanıldığının aksine, yıllar içinde edinilen birikimlerle değil, bir önceki paradigmayı geçersiz kılan ve yeni bir paradigma oluşturan büyük kopuş ve kırılmalarla yaşandığını öne sürer. Şiirsel devrimlerin de Kuhn’un bilimsel devrimler için öne sürdüğü gibi, birikimsel ve doğrusal olarak değil, bir önceki şiirsel paradigmalardan negatif anlamda etkilenerek büyük kırılmalarla gerçekleştiğini görmek için şiir tarihimize bakmak yeterli olacaktır. Bilindiği gibi, Garipçiler, Hececilerden negatif anlamda etkilenerek heceyi ve kafiyeyi şiirden atmış ve bu poetik çıkışın şiirsel paradigmayı bir daha geri dönülemeyecek şekilde değiştirmesiyle poetik bir devrim yapmışlardı. Aynı şekilde, İkinci Yeniciler, ilk şiirlerini kendilerine öykünerek yazdıkları Garipçileri reddetmiş ve bu reddin sonucunda yeni bir paradigma yürürlüğe girmişti. Ancak bu devrimlerin hiçbirinin, şiirin geleneksel formu ile, yani şiirin dize olarak adlandırdığımız, alt alta sıralanan söz gruplarından oluşan yapısı ile bir derdi olmamış, başka bir deyişle bu devrimler dil mecrasının dışına çıkılmadan yapılmıştı. 2000’li yılların şairlerinin ise görsel ve video gibi mecraları şiirde kullanmaya başlamasıyla bu kez şiirin geleneksel formu kırıldı ve bu poetik çıkış sonucunda dil dışında başka mecraların da şiirsel amaçlarla kullanılabileceği anlaşılmış oldu. Şiirin dile olan bağımlılığından kurtulması sonucunda yaşanan değişim yepyeni bir poetik devrimi de beraberinde getirdi. Ancak her poetik çıkışın bir poetik devrim ve poetik paradigma değişimi ile sonuçlanmama ihtimali de bulunduğundan bu tip çıkışlar her zaman birtakım riskler barındırır ki bu risklerin en büyüğü şiir tarihinin içinde silinip gitmektir. Peki, konfor alanlarında geleneksel anlamda şiir yazmak dururken 2000’li yılların şairleri niçin görsel ya da video gibi enstrümanları şiirlerinde kullandılar ve büyük bir risk alarak poetik bir çıkış yaptılar? Bu sorunun cevabı için biraz geriye gitmek gerekecek. Bilindiği üzere, 1900’lü yıllarda şiirimizin de içinde seyrettiği modernizmin temel ilkelerinden biri de sanatın ortama özgü olmasıydı. Bir eserin resim olarak kabul görebilmesi için eserin iki boyutlu bir yüzeyinin olması, şekil ve renklerden oluşması gerekiyordu. Aynı şekilde, bir eserin şiir olarak değerlendirilebilmesinin birincil şartı eserin şiir sanatına ilişkin yerleşik biçimsel özelliklere sahip olmasıydı. İstisnalar mevcut olmakla beraber genel anlamda sanat disiplinleri arasındaki geçişkenlikler Batı merkezli modernist eleştirmenlerce hoş karşılanmıyordu. Ancak modernizm de her tez gibi antitezini doğurdu ve 1960’lardan sonra gelişen postmodern yaklaşımlar, çeşitli disiplinlerin aynı eser içinde birlikte kullanılmasını mümkün kılmaya başladı. Böylece disiplinler arasına çekilmiş bu katı çizgiler epey belirsiz hâle geldi. Disiplinler arasında sağlanan bu geçişkenlik, sanatın anlatım olanaklarını artırarak sanatçıların kendilerini daha özgürce ifade etmesini sağladı. Böylece şiir de hükümranlık alanına kolaj ya da video gibi disiplinleri dahil etmeye, bu disiplinlerin anlatım olanaklarından faydalanmaya başladı. Ancak bu yeni poetik devrimin henüz poetik bir paradigma oluşturamadığı söylenebilir. Bu durumun en önemli nedeni, az önce değinilen kategorizasyon sorunu ve bu bağlamda şiir ile görseli bağdaştıracak bir kategorinin insanların zihninde henüz yerleşmemiş olmasıysa ikinci nedeni geleneksel şiir dışındaki şiirin alımlayıcıya çok çeşitli mecralarda sunulabilir olmasıdır. Bir görsel çalışma, bir kitap ya da dergide matbu olarak yer aldığında görsel şiir olarak değerlendirilirken aynı çalışma bir sergi salonunda duvara asılmış halde ve sanatçısının imzasıyla izleyiciye sunulduğunda kolaj, serigrafi, karışık teknik vb. sıfatlarla algılanacaktır. Bir video çalışması, yine bir sergi salonunda çevresi kapatılmış ve oturmak için önüne sandalyeler konulmuş şekilde sunulduğunda bu çalışma video sanatı olarak algılanacaktır, video şiir olarak değil. Kategorizasyon meselesi gibi, alımlayıcıya sunulan mecra meselesinin de geleneksel dışındaki şiir türlerinin neliğiyönündeki tartışmaların yakın gelecekte sürmesine neden olacağı söylenebilir. Öte yandan, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında ABD ve Batı Avrupa’da satış ve pazarlama sektörünün sevimli ve neşeli görünen reklam görsellerini yoğun şekilde kullanmaya başlaması ve bu kullanımlarla artan tüketim kültürünün getirdiği geçici mutluluk ve heves herkes gibi görsel sanatçıları da heyecanlandırmış ve bu sanatçılar görsel reklam unsurlarını ittifak edilebilir bulmuşlardı. Böylece Roy Lichtenstein, Andy Warhol gibi sanatçıların bu görsel unsurları kendilerine mal etme çabaları 1960’lı yıllarda Pop Art akımını doğurdu. Ancak Pop Art sanatçılarının döneminde nispeten masumane olan ve kurdukları ittifakla temellük etmeyi başarabildikleri bu reklam görselleri, günümüze gelinceye kadar tüm dünyaya yayılan bir görüntüler emperyalizmi oluşturacaktı. Gerçekten de çağımızın insanının her an ve her mecrada, içeriğinden soyutlanmış ve sadece bir kez bakılıp geçilerek kolayca tüketilmek üzere tasarlanmış görüntüler bombardımanına tek taraflı olarak maruz kaldığını söylemek mümkün. Günümüzde baskın olanın, görsel iletişimden ziyade görüntü tahakkümü ya da görüntü esareti olduğu, iletişim kelimesinin kökeninden de anlaşılabilir. Kelime, ilet-mek kökünden gelir ve aldığı -iş ekiyle işteşçatılı fiile dönüşür ve ilet-iş-mek fiili karşılıklı olarak yapılan bir iletim olduğu anlamını verir. Aynı gör-mek ve gör-üş-mek gibi. Günümüzün şartları altında, görsel şiir kendini tabii ki bu görüntü emperyalizminin kurallarına göre şekillendirmelidir ama bu şekillenme görsel şiirin bu görüntü bombardımanının bir parçası olmadığını, aksine bu bombardımana karşı asi duruşunu gösterecek şekilde negatif yönde olmalıdır.

 

 

Elif Mert

 

Kadir Tepe: Şiiri “sert” ya da “yumuşak” diye ayırmak, bir mısrayı testosteronla ya da pamukla tartmak değil mi? “Prenses Şiir” pastel mi giyer, “Dayı Şiir” kahvehanede mi yazılır? Bu ikisini karşı karşıya getirmek, şiiri turnuvaya sokmak mı, yoksa kimlik krizine mi sürüklemek? Şiirin içeriği yerine tonu konuşuluyorsa belki de mesele şiir değil şiirden ne anladığını sandığın şeydir.

 

Elif Mert: Ölü Ozanlar Derneği’nde John Keating şöyle bir konuşma yapar: Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır. Tıp, hukuk, ticaret, mühendislik (vs.) yaşamak için gerekli olan asil birer meslektir. Ancak şiir, güzellik, aşk, sevgi… Biz bunlar için hayattayız. Şiirin kadınlığı ve erkekliğinden önce, insan ırkının birer ferdi olduğumuz ve içimizde coşkular olduğu atlanmaması gereken bir husustur. Felsefe, bilim, din ve diğer birçok alan hayatta bizi bir yere kadar tatmin edebilecek olgunluklardır. Fakat ruhumuz sanata susamıştır. Yaşayan her ruh özgün bir sanat abidesidir. Yaşanan coşkular ve duygusal aşkınlıklar her insanda farklı bir anlamdadır. Bunların dışavurumu kimi zaman “sert” kimi zaman da “yumuşak” tır. Maskülen ya da kadınsı bir perspektiften önce şiirin coşkunluğuna bakılmalıdır.  Bu “En iyi şiir nasıl yazılır? En iyi şiir hangisidir?” tartışması gibi bir durumdur. Bir şiiri “en iyi” yapan özellikler özneldir. Dolayısıyla net bir cevabı yoktur. Aynı bunun gibi şiiri “sert” ya da “yumuşak” olarak ikiye ayırmak da kişinin kendi çıkarımıdır. Bir şiir “sert” yazılmışsa bu onun maskülen bir eda taşıdığını göstermez. Şiir “yumuşak” yazılmışsa kadınsı bir üslup olduğunu göstermez. Bireyin cinsiyeti fark etmeksizin- şiiri yazarken ki duygu durumu şiirin “sert” ya da “yumuşak” olduğunu belirler. Burada unutulmaması gereken bir diğer başlık da Cahit Zarifoğlu’nun “Şiiri bir duygu hâli olarak dahi olsa bileceksiniz,” ifadesidir. Şiir bir duygu hâlidir ve şairlere şiirlerini yazdıran duygular, onların özgün zihin evreninden ilhamla damıtılarak kelimeler arasında yerini alır.

Şiiri “Prenses Şiir” ya da “Dayı Şiir” şeklinde adlandırmak ne kadar doğru bilemiyorum. Kadınların yazdığı şiirler “prenses”, erkeklerin yazdığı şiirler “dayı” mıdır? “Prenses Şiir” zarif sözsüz bir melodiyken “Dayı Şiir” kaba bir rap midir? Yazdıklarımızı bazı kurallara göre sınıflandırmanın ve başlıklara ayırmanın iyi ve kötü tarafları vardır. Mesela uygun metin türünü yazmamıza yardımcı olurken bizi sınırlandırıp yeniye doğru ilerlememize mâni olabilir. Şiir bir turnuvaya girmeli midir? Şairlerin şiire bakış açıları değişir, yeni yorumlar üretirler. Bununla birlikte akımlar ve farklı şiir anlayışları gelişir. Bu bir yarıştan ziyade olağan bir süreçtir. Çünkü şiir dinamiktir.

Bence şiir kimlik krizine sokulmaması gereken bir şeydir. Her şair ilhamını farklı yerden alır. Dikkat ederseniz acısını demiyorum. Çünkü şiirin belli bir duygusu yoktur. Şiirin kendisi bir duygu hâlidir. İlla bir duyguya girecekse ben buna “coşku” demek isterim. Şiiri kelimelere dökeceğimiz ve peş peşe sıralayacağımız o ilk anda sadece kendi düş evrenimizden birkaç kelime belirgindir. Henüz şair düşünce toprağında hangi çiçeklerin açacağından bihaberdir. Durum böyleyken şiirin nasıl bir kimliği olabilir ki? Şiirin bir kimliği olması durumunu kendi kimliklerimiz üzerinden düşünebiliriz. Nasıl ki kimlikte bizi gösteren bir fotoğraf ve birkaç kütük bilgisi olmasına rağmen o kimlik bizim özgün benliklerimizi tanımlamakta yetersizse şiiri bir kimlik krizine sokmak da bizi oldukça kısıtlayan bir durum olacaktır. Bir şiiri bir kadının yahut erkeğin yazmış olması bir tartışma konusu değil, tuvale sürülen bir renk olmalıdır.

Şiirin içeriğine mi yoksa tonuna mı önem verilmesi gerektiği Tanzimat ve Divan Edebiyatı gibi dönemlerde de tartışılmış bir husustur. Nihayetinde ise hangi şair hangi anlayışı kabul ettiyse oradan yazmaya devam etmiştir. Her şair şahsına münhasır üslubunu bulma arayışına çıkar. Bu süreçte farklı tarzda pek çok şiir kaleme alır. Kendine ait olanı kazarak ortaya çıkartır. Bu yolculukta fikirleri değişir, kelimeleri değişir, hayata bakış açısı değişir. Şair şiiriyle beraber büyür.

Bu sorulara kendi edebiyat yolculuğum üzerinden cevap vermek isterim bir de. Bu sene çıkan ilk kitabım Sana İhtiyar Bir Çiçek Getirdim’de yer alan birkaç şiire ve son zamanlarda kaleme aldığım bazı şiirlere beraber göz atalım. Örneğin bu kitapta yer alan Tanrı’nın Yedinci Günü şiirimden bir bölüme bakalım: Yazartesi/Çırılçıplak bir mutfak ve bahar-atlar/Yarışta önde giden otuz-atmış-noksan/Üç yüz otuz üç fotoğraflar yalnızayak/Göz dolması için tarif hep hazır/3,1415926535. Bu şiir söyledikleri üzerinden bakıldığında sert bir eleştiri niteliği taşır. Deneysel bir şiir olmasına rağmen kadının toplum içindeki konumundan, mitlerdeki yerinden ve yaşadığı varoluşsal sıkıntılardan söz eder. Şiir adını evrenin altı günde yaratıldığı kabulünden alır. Kavga şiirin adıyla başlar. Şiir günlere ayrılmış ve her bir güne özgün bir isim konulmuştur. Kadın bir şair yazmış olmasına rağmen pastel tonları taşımaz. Her bir bölümün altında yer alan sayılar pi sayısı üzerinden ilerler ve şiir “pi” ile biter. Şiirin akışında öne çıkan ise ton ya da içerikten ziyade bu sayılardır. Son yazdığım şiirlerden olan Akşama Özgü Terk Edişlerin Ağızda Bıraktığı Tada Dair’den bir bölüme bakalım şimdi de: İşte önünüzde iyi pişmiş bir hayat/ Kâğıt yüzünü buruşturuyor/ Çekip gidiyor ceket kadını/ Elleri artık tezgâha yakışmıyor.  Ele aldığımız iki şiir bölümünde de mutfak ve kadın teması olmasına rağmen bu şiir diğerine nazaran yumuşak sözcüklerden oluşan bir şiirdir. İmgeler aynı ama konu farklıdır. Bu şiirde hem mesele hem kadının yaşadıkları başkadır. Deneysellikten ziyade az ve öz kelime ile kaleme alınmıştır. Yine kitapta yer alan Buon Anno Giorgia şiirimden bir bölümü inceleyelim: İz düşür noktadaki geceye/Bana bırak uçurumu, yıldızları al/Sabahın üşüten bir sahiciliği var/Körleşen parmak uçlarım/Yıkansın sende, yıkan iyilikten/Kaçır, evhama çıkan yokuştan/Kanatlarımı kır/Beni gökyüzünden kurtar. Bu şiirde de görüyoruz ki Tanrı’nın Yedinci Günü ile her ne kadar aynı şiir dosyasında buluşan iki şiir de olsa şairin aynı dönemindeki bir şiiri sert, diğer şiiri yumuşak olabiliyor. Ve son olarak yeni yazdıklarım içinde Göğüs Kafesinden Uçamayan Cıvıltılar’dan bir bölüme bakalım: Daha küçüktü yazgısı, küçücüktü/Hayasızca atılmışken hayata/Cehennemdi evlat edinen onu/Çıktığı merdivenin basamakları çürüktü. Ne kadar son dönem şiirlerimden olsa da yer yer sert imgelere rastlayabileceğimiz bir şiir. Ama burada şiiri sertleştiren durum nedir? Yukarıda bahsettiğimiz şairin ve okurun zihin evrenine kalmış bir mefhum bu. Şiir yolculuğumda kullandığım üslup sadeleşmiş, yalın bir anlatımla söz sanatlarına yer verilmiş, akıcı bir şiir. Pastel giyip giymediği önemli değil. Burada yazıya başladığım gibi diyeceğim ki önemli olan o duyguların dışavurumu. Değerli olan edebiyata bir katkı sunmak. Ve kadının edebiyatta yeri ile alakalı Virginia Woolf’ten birkaç alıntı ile sözlerimi bitirmek isterim: İmgesel olarak kadın son derece önemlidir; gerçekte ise tamamen önemsiz. Şiiri baştan sona kaplar; tarihte hiç görülmez. Kurgularda kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmeder; gerçek hayatta ailesinin parmağına bir yüzük taktığı herhangi bir gencin kölesidir. Edebiyatta en ilham verici sözler, en derin duygular onun dudaklarından dökülür; gerçek hayatta okuyup yazması neredeyse yok ve kocasının malıdır. İşte bu yüzden bir kadının parası ve kendine ait bir odası olmalıdır. Daha rahat yazmak ve yaşamak için kendimize bu noktada bir alan açmalı ve -Goethe’nin ifadesi ile-

büyük dünya edebiyatı için enstrümanlarımızı en iyi şekilde çalmaya devam etmeliyiz.

 

 

 

Devam edecek…

 

 

 

Editör: Yunus Erçin Kol

 

Kapak Görseli: Abdulkadir Yaylacık

Related posts

UNSILENCED: POEMS FOR PALESTINE | Kadir Tepe

Ruhsatsız
4 ay ago

AŞILANMIŞ CEVİZLER | Semih Samyürek

Ruhsatsız
5 ay ago

BİR NAL BİR ATI BİR ŞİİR BİR TÜRK’Ü KURTARIR | Semih Samyürek

Ruhsatsız
4 ay ago
Exit mobile version