Ruhsatsız
Deneme

GÖÇEN KERVANIN ARDINDAN | Semih Samyürek

 

VII.

Göçen Kervanın Ardından

 

 

 

Kur’ân’da yirmi sekiz peygamberin ismi beyan edilir. Bu isimleri bilmek vacip kabul edilmiştir. Peygamberler, biz Müslümanların yol göstericileri, hedef belirleyicileri, doğru yolun inşa edicileri ve bu âhir zaman karanlığında iz sürebilmemizin teminatıdırlar. Mezkûr yirmi sekiz ismin tamamının bugün Türkiye’de yaşadığını, çocuklara vurulduğunu biliyoruz. Bu her ne kadar bir övünç vesilesiyse de verilen kavgaların göbeğinde yirmi sekiz peygamberin ne kadar yer kapladığı bir muammadır. Peygamberlerin adlarının temsil ettiği kavgayı kavgamız haline getirebilmeliyiz.

Cahiliye Döneminde Arap kabileleri arasında vuku bulan savaşlardan birinin adı Ficâr’dır. Ficâr Savaşı, kimin daha şerefli olduğunun ikrarı adına yapılan bir savaştı. İki tarafın da daha şerefli olanın kendisi olduğunu ispat etmeye çalıştığı bir savaş. Daha şerefli olanın nasıl belirleneceği noktasında ise iki kabilenin de aynı kıstasları baz aldığına dikkatinizi çekerim. Birbiriyle savaşan fakat birbirinin aynı olan iki kabile. Farklı olduklarını iddia eden fakat düşünme matematikleri aynı olan iki kabile. İslam nazil olana dek üstünlük takvadadır, gibi bir kıstasın olmadığını gösteren en mühim delillerden biri Ficâr savaşıdır.

Resuli Ekrem; ganimet için yahut namı yürüsün diye savaşan kabilelerin yanında üçüncü bir cephe açmıştır. Ficâr Savaşının iki tarafı; Kinâne ve Hevâzin kabilelerinin soyu Muhammed Aleyhisselam’ın soyunun dayandığı Adnan’a varır. Adnan’ın soyunun da Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayandığı konusunda nesep ilmi âlimleri hemfikirdir. İslam’ın nüzûlünden evvel yaşanan bu savaşların hak ile batıl arasında bir savaş olmadığını görüyoruz. Bu iki kabile de savaş yoluyla nüfuz alanını genişletmek istiyor. Bu iki kabileyi devlet olarak düşünsek, topraklarını genişletmek istiyorlar. Bu iki kabileyi siyasî parti olarak düşünsek, ikisi de iktidara gelmek istiyor. Yani batıl yollar dünyayı elde etmek hususunda işe yaramaz değiller.

Biz de Cahiliye Devrinde yaşıyor olsaydık muhtemelen hangi kabilenin yahut “mahallenin” adamıysak, o mahalleyi hak diğerini batıl görme eğiliminde olacaktık. Şükürler olsun ki bugün İslam var. İslam’ın tesis ettiği kıstaslar sayesinde üstünlüğün takvada olduğunu, savaşın yalnızca i’lâ-i kelimetullah için yapılması gerektiğini biliyoruz. Bildiğimiz yanıldığımıza ne kadar yetiyor, o başka bir soru.

Müşahhas ve mücerret varlıklar arasında ontolojik farklar vardır. İnsan ve insanlık gibi. İnsanın iki kolu iki bacağı vardır fakat insanlık denen varlığın uzuvlarından söz edilemez. Aynı şekilde İslamcılık ve İslamcılar yahut Batıcılık ve Batıcılar arasında da ontolojik farklar vardır. Vatanperver İslamcılar olduğu gibi vatan haini İslamcı da olabilir. Mücerret bir varlık olan ideoloji, kişiyi doğrudan doğruya bir silahla teçhizatlandırmaz. Bu yüzden şahısları değil kavramları tartışmak bize daha sağlıklı sonuçlar verir. Bu sebeple Batıcılık ya da İslamcılık üzerinden hangi ideolojinin vatanperverliğe denk düşeceğini; elimize düşmanlarımıza karşı bir koz geçireceğini tartışmak gerekir.

İttihatçılığın genel seyrine baktığımız zaman bu hareketin Batıcılık demek olmadığı gibi İslamcılık demek olmadığını da görürüz. Hareketin içerisinde bulunan Elmalılı Hamdi Yazır ya da Tunalı Hilmi, ideolojik olarak hemen hiçbir detayda örtüşemezler. Ermeni Tehciri gibi bir kararı salt Türkçülüğe yahut salt İslamcılığa nispet etmek doğru olmaz. Hem o günlerin yakıcı gerçekliği hem mevcut sorunlarla bir an önce baş etmek gerekliliği, ideolojilerin sınırlarının muğlaklaşmasını beraberinde getirmiştir. Burada aslolan Türk hâkimiyetini berkitmek hadisesidir.

İstiklal Harbinin sıcak günlerinde iç iktidar savaşı alttan alta çetin bir şekilde yapılıyor olsa da ikinci plana atılmıştı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın, Birinci Meclis mebuslarının yarısından azının oyuyla cumhur reisi seçildiğini biliyoruz. Buna rağmen Büyük Millet Meclisi İstiklal Harbi’ni tüm gücüyle yönetmişti. Cumhuriyetin ilanının ardından İttihatçılar tasfiye edildi. Sâniyen İslamcılık, Türkçülük ve Bolşeviklik tecrid edildi. Mehmed Âkif’ten Nâzım Hikmet’e, Nâzım’dan Nihal Atsız’a, Atsız’dan Mehmet Ali Aybar’a dek tahkikatlardan dili yanmayan kalmadı. Seyir bir müddet sonra Batıcıların mutlak zaferine dönüştü. İslamcılık ihalesinin İtilafçılara kalmasının hikayesi budur.

Dikkat buyurursanız bugün Türkiye’de Türkçülük iddiasında olanlar da Bolşeviklik iddiasında olanlar da İslamcılık iddiasında olanlar da Atatürk’ü kapma yarışındalar. Oysa ben bu üç ideolojinin de bizzat Atatürk tarafından tasfiye edildiğini iddia ediyorum. Bu ne lahana turşusu?” derseniz Türkiye’de yaşanmakta olan kavganın devlet teşkilatını ele geçirme kavgasından başka bir şey olmadığını söylemekle yetineceğim. Atatürk bugün onu sevenler ve seviyor gibi yapanlar tarafından devlet teşkilatını ele geçirebilmenin anahtarı muamelesi görüyor. “Rus aristokratları yabancılar arasında evinde gibi davranmaya çalışan; evlerinde ise yabancı olmayı başaran insanlardır,” demiş Rus tarihçi Vasili Kluçevski. Türkiye’de suyun başını tutanların bu görüntüde olmadığını kim iddia edebilir?

Bugün mürekkep yalamış insanların ekserisinin İslamcılıktan İtilafçılığı anlama gafletine düşmesinin sebebi budur. Aynı şekilde İttihatçılıktan da Batıcılığı anlama gafleti bu sebebe matuftur. II. Abdülhamit’in İslamcılığı tartışılır. Kendini modern dünyaya kabul ettirebilmek için denize düşenin yılana sarıldığı gibi Batılılaşmaya sarılan Osmanlı Sarayı’nda uzun süre oturan Abdülhamit, Osmanlı’nın her bir köşesine diktiği saat kuleleriyle yüzünü Batıya döndüğünü tüm dünyaya ilan etmiştir. Oysa 16. yüzyılda saat kuleleri Türkler tarafından zinhar meşru görülmüyor, minarelerin kadimliğine hâlel getirecek bir icat olarak kabul ediliyordu. Bugün Kâbe’nin dibinde yükselen otelin tepesinde kocaman bir saat bulunduğunu hatırlatmak isterim. Semboller, sandığımızdan daha fazla mana ifade ediyor.

1718’de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Paris’ten özel olarak Versay Sarayı’nın planlarını getirtmiş ve sarayın dillere destan bahçelerinin bir benzerini İstanbul’a yaptırmıştı. Akabinde o bölgenin adı meşhur Sadabat oldu. Gariplik o günle sınırlı kalmadı. 2010’lu yıllarda Osmaniye’nin Kadirli ilçesinin belediye başkanı, Hollanda’da bizzat görüp Kadirli’ye transfer ettiği yürürken piyano çalan merdivenler için açılış merasimi yapıyordu. Üç yüz sene evvel yanlış iliklenen gömleği hâlâ çözemiyoruz.

İstiklal Harbi’ni nöbetçi vatanperverler vermiştir. Bir başka ifadeyle İstiklal Harbi; nöbettekilerin kıyam etmesidir. O güne dek süregelen çırpınma hâli devleti ayakta tutabilmek adına Batıcılığa sarılmak olarak özetlenebilir. Nöbettekiler ise vatanlarının istikbalini yalnızca istiklalde bulanlardı.

Türkler başlarında organize bir devlet idaresi ve iradesi olmadan kıyam etmişti. 1918 Mondros Mütarekesi’nin hemenakabinde kongreler tertip edilmeye başlanmıştı bile. Bugün bu hususu anlamakta zorlanıyoruz. Ben de öyle. Çünkü bugün siyasî parti denen çıkar odaklarının eline terk edilmiş bir kader ağının tam göbeğindeyiz. Türk milletinin kendi kaderine tesir edebilecek bir kuvveti vücuda getirme cüretine yüz sene evvel sahip olduğunu anlayamıyoruz.

Bugün yüz senede okuma yazma oranının %3’ten %99’a çıktığı söyleniyor. Ben esas bu noktada bu ne lahana turşusu?”, dememiz gerektiği kanaatindeyim. Okuma oranı %3 iken Türk milleti hiçbir devletin organize idaresi ve iradesi olmadan vatanın her köşesinde onlarca küçük meclisler tertip ediyor, bu meclisler birer hükümet gibi hareket ediyor, kararlar alıyor, silahlı mücadeleye girişiyor. Yüz yıl sonra okuma yazma oranı %99 deniliyor. Peki bugün Türk milletinin Allah göstermesin benzer bir süreç yaşansa benzer bir iradeyi koyabilecek feraseti var mı? Başka bir ifadeyle, nöbet tutanlar hâlâ var mı? Var mı bir Süleyman Nazif, var mı bir Cafer Tayyar Paşa, var mı bir Velid Ebuzziya?

Anadolu’nun batı ucunda Mehmet Vehbi Bolak ve Hasan Basri Çantay gibileri Anadolu’nun doğu ucunda Borçalılı Emin Ağa ve Süleyman Nazif gibileri... Bu insanlara nöbetçiler demek yerinde olur. İstiklâl Harbi’nin dünyada eşi benzeri yoktur deyişimizin sebebini de burada aramak gerekir. Hiçbir yerde nöbetçilerin organize bir devlet idaresi ve iradesi olmadan böylesine kıyam edişi görülmüş şey değildir. Organize bir devlet dediğimde, bunun özellikle istihbaratlar üzerinden bir bölgede çıkar gütme hesabında olan devletleri kapsadığını da ifade etmeliyim. Türkler sadece Türk devletinin değil dünyadaki hiçbir devletin organize idaresi ve iradesi olmadan kıyam ettiler.

İstiklal Harbi doğrudan “Bu vatan kimin?” sorusuna bir cevaptır. Bundan ibarettir. Bu topraklar Ermeni’nin, Rum’un değil yalnızca Türk’ündür cevabından ibarettir. Bu Türk’ün içinde Mehmet Âkif’in de dahil olduğunu bilmem hatırlatmam gerekir mi? Zira, Türk deyince bugün ne yazık ki modern Batı biliminin zihinlere zerk ettiği etnik köken dışında bir şey anlaşılmıyor.

İkinci Cihan Harbinden evvel öyle ya da böyle milli gündemler ülke gündemi haline gelebiliyorken, artık dünya sisteminin önümüze koyduğu küresel gündemler dışında bir milli gündemin kamuoyunu dahi tesir altına alamadığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir şuur müstemlekeliği altında Batıcı-İslamcı kavgası gibi bir kavganın var olduğunu düşünmek safdillik olur. Türkiye’de uluslararası güçlerin kavgasının yansıması dışında bir şey görmek pek mümkün değil. Millî gündem gömleği, bu paylaşım kavgasını sinsice meşrulaştırmak dışında bir anlam taşımıyor. Bu açıdan savaş çoktan bitti, kervan çoktan göçtü. Ben, göçen kervanın ardından yas tutmakla intikamımı diri tutmak, yani nöbet tutmak arasında bir yol tutturmaya çalışıyorum.

 

 

Devam edecek…

Related posts

HİPOKONDRİYAK | Kadir Tepe

Ruhsatsız
5 ay ago

“RUHSATSIZ” BULUŞMALARI (I) | Can Ülgen-Berat Korkmaz

Ruhsatsız
2 ay ago

SİYATİK* YAZILARI | Kadir Tepe

Ruhsatsız
3 ay ago
Exit mobile version