Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

HAFIZA DOLDU, ANILARINI SİL. | Yeliz Dövücü
Deneme

HAFIZA DOLDU, ANILARINI SİL. | Yeliz Dövücü 

 

 

VIII.

Dijital Şizofreni

 

 

 

 

1998: Kayıplar Ansiklopedisi

Cilt 1: Mandalina Kabuğu ve Arnavutça Küfürler

 

 

Soba yanıyor. Ama öyle böyle değil. Soba, sobalığı aşıp evin siyasi lideri konumuna yükselmiş durumda. Meclis çoğunluğunu almış, muhalefeti susturmuş, balkon kapısını yasaklamış, pencereleri “sakın ha!” diye tehdit etmiş. Bir tür totaliter iklim yaratmış içeride. Hava dediğin şey, teorik olarak var; pratikteyse, biraz sobanın, biraz da dantellerin insafına kalmış. Evin içinde dolaşan oksijen, adeta kaçak göçmen gibi. Varlığı hissediliyor ama kanıtlamak zor.

Nefes almak, artık bir hak değil; bir imtiyaz. Zaman zaman, eğer anneannem pencereleri silmişse, sızan bir rüzgâr, evde olay yaratabiliyor. Dedem “kapıyı kapatın, cereyan yapıyor!” diye bağırıyor. Oysa cereyan değil o; halkın nefes alma çabası. Direniş. Kendi içinde küçük bir bahar ayaklanması. Ama ne yazık ki her seferinde bastırılıyor. Soba kazanıyor.

Anneannem, o sabah yine o meşhur somyanın altına eğildi. Bu somya, arşiv değil, arkeolojik kazı alanı. Yerel tarih, kişisel mitoloji, unutulmuş reçeteler, yarım kalmış mektuplar ve bolca naftalin… Hepsi orada. O gün bir mandalina çıkardı. Tek bir mandalina. Küçük ama anlamlı. Belki barış antlaşması, belki içsel bir af bildirisi. Kabuğunu o meşhur tek hamlede, spiral bir şekilde soydu. Kabuk, halının üzerine düşerken neredeyse bir kaligrafi gibi görünüyordu. Mandarinle yazılmış bir aile mektubu gibi.

Evde o sırada sessizlik hâkim değildi. Çünkü dedem, televizyona Arnavutça bir kanal açmıştı. Sesi de sonuna kadar açmıştı. Televizyon zaten yaşlıydı, bizden önce doğmuş olabilir. Ekranı karıncalıydı, ama dedem için netti. Belki de çocukluğunu izliyordu. Belki o ekran, sadece onun görebildiği bir tür iç ekran haline gelmişti. Her haberde önce bağırır, sonra Arnavutça bir küfürle tepki verir ve ardından politik analizini yapardı: “E haklı ama adamlar,”. O adamlar kimdi? Hiçbirimiz bilmiyorduk. Belki de o adamlar hiçbir zaman var olmamıştı. Ama evde herkes onların haklı olduğunu biliyordu. Dedem öyle diyorsa öyledir.

 

Dayım ise köşede, çay bardağına koyduğu rakıyı içiyordu. Çay bardağı şart. Çünkü büyük bardakta içmek, büyük umutlar beslemekti. Oysa bu evde umut, beş ay önce evi terk eden kadınla birlikte gitti. Ve kızını da alıp götürdü. Geriye ne kaldı? Halka halka soyulmuş elmalar. Her dilim, geçmişten bir parça. Her ısırık, cevapsız bir soru. Dayım, her yudumda bir halka elma yiyor. Sanki ağzındaki sessizlikleri elmayla bastırıyor. Sanki rakıyla değil, kendi geçmişiyle sarhoş oluyor.

İlk zamanlar, telefon her çaldığında dayım neredeyse koşarak giderdi. Belki onlardır, derdi. Ahizeye dokunurken yüzündeki ifade, bir çocuğun kapı aralığından annesini bekleyişine benzerdi. Ama zamanla telefon çalmamaya başladı. Ya da çalıyor ama kimse duymuyor. Belki evde herkesin kulağı geçmişe tıkandı. Telefon, artık sadece bir nesne değil; suskunluğun, bekleyişin ve hayal kırıklığının heykeli. Üzerindeki dantel, hâlâ tertemiz. O dantel, evde hâlâ bir şeylerin ‘güzel görünmesi’ gerektiğine inanan son unsur.

O sabah telefon tekrar çaldı. Annemdi. “Geliyoruz, çocuğu alacağız,” dedi. Yani beni. Sanki ben bu eve ait değilmişim gibi. Oysa ben burada dil öğrenmiştim. Sadece Türkçe değil; Arnavutça, susma dili, mandalina kabuğu dili, televizyona bakıp konuşmadan ağlama dili. Dedem bana küfürlerle hikâyeler anlatmıştı. Sınıfta bir gün öğretmene söyledim, anlamadı. Ama “gelişim göstermiş” dediler. Eğitim sistemine göre, Arnavutça bir küfürle sınıf geçilebiliyordu.

Anneannemin evi sadece küfür ve mandalinadan ibaret değildi. Çiçekler vardı. Balkon bir bahar mekânıydı. Menekşeler, sardunyalar, fesleğenler, papatyalar. Bir gün aloe vera da geldi ama tutunamadı. “Bu bize uzak,” dedi annem. Göçmen çiçek olarak kaldı, sonra soldu. Yerine karanfil dikildi. Daha vatansever bir tercih.

Çatıya çıkan herkes leğendeki suyu kontrol ederdi. Çünkü yağmurdan sonra o leğende biriken su, bizim için sadece su değildi. Mevsimlerin, umutların, bazen de yeni gelen bir misafirin habercisiydi. Eğer su çoksa, bereketli bir hafta bizi bekliyordu. Eğer leğen kurumuşsa, kimse yeni bir şey beklememeliydi. Meteorolojiye güvenimiz yoktu ama leğene vardı.

Ve Nerman Teyze. Mahallenin merkezî haberleşme birimi. Herkesi tanır. Herkesi bilir. Bizi bile bizden iyi tanır. Bir gün anneme, “Senin kızın geçen gün okulda ağladı,” demişti. Oysa o gün okul tatildi. Demek ki rüyasında görmüş. Ya da başka bir paralel evrende yaşamaktaydı. Cinliydi belki. Veya sadece çok dikkatliydi. Dişleri eksikti ama bilgisi tamdı.

Sonra bir gün, gerçekten belediye geldi. Evin ortasından yol geçirdiler. Mutfak bir yanda, banyo öte yanda kaldı. O an şunu anladık: Bazen devlet, sadece sınır çizmez; evin içini de ikiye böler. Önce ağladık. Sonra alıştık. Herkes bizim evin önünden geçmeye başladı. Ama dayımın karısı geçmedi. Kızı da. Onlar hâlâ kayıp. Sadece evden değil; bizim zamanımızdan da kayıp.

Annem geldi. “Toplanıyoruz,” dedi. Herkes sessizdi. Dayım bile. Sadece rakısını bitirdi. Kedisini sevdi. Kedi, Mercan. Gerçek bir dost. Belki de evde kalan tek tarafsız canlı. Ben gitmek istemedim. Bu evin iç sesi olmuştum. Her çatırdayan parkede bir anım vardı.

Gece, sobanın yanında yattım. Mandalina kabuklarını sobanın üstüne koydum, yandı. Annem kızdı. Dedem araya girdi: “Kızma, o benim Arnavutum,” dedi. Böylece aile içi diplomasi çözüldü. Dayım uyuyordu. Belki rüyasında kızını görüyordur. Belki.

Gece geçtim diğer odaya. Soğuktu. Sobanın sıcaklığı oraya ulaşmıyordu. Belki oda hâlâ 1993’tü. Tuvalet dışarıdaydı. Bahçede. Soğuk. Karanlık. Cinli. Altıma kaçırdığım zamanlar oldu. Anneannem “cin yok” diyordu. Ama Nerman Teyze varken bu semtte yokluk diye bir şey imkânsızdı.

Sabah oldu. Mercan bizi durağa kadar geçirdi. Saatçinin vitrini önünde durduk. Her pazartesi oradan bir saat seçer, hayalimizde kolumuza takardık. Gerçek saat pahalıydı. Ama hayalin taksiti yoktu. Hayal ettiğin sürece senindi.

Eve döndük. Ablam ödevimi yaptı. O zaten evin sessiz öğretmeniydi. Akşam “Olacak O Kadar” izledik. Annem ütü yaptı. Babam bakıyordu. Gülümsedik. Çünkü ancak başkalarının trajedisi bizi gülümsetiyordu.

O gece yatarken düşündüm. Mandalinayı. Dayımı. Ahizeye dokunan elleri. Aranıp da bulunamayanları. Geri dönmeyenleri. Ve şunu sordum kendime:

 

 

Gerçekten kaybolanlar mı acı verir?

Yoksa kalanlar mı daha sessizdir?

 

 

2025: Görünmez Olanın Biyografisi

 

Kayıp”tan “çevrim dışı”ya dijital evrimimizin trajik güldürüsü

 

 

Şimdi geriye dönüp düşündüğümde, elimdeki çayın soğuduğunu ve ekran ışığının suratımı sağlıksız bir umutla aydınlattığını fark ediyorum. Yıl 2025. Oturduğum yerde hem sonsuz sayıda bilgiye ulaşabiliyor, hem de hiçbir şeyi hatırlamadan yaşayabiliyorum. Hafızamın yerini tarayıcı geçmişi aldı, iç güdülerimin yerini ise bildirim ayarları. “Kaybolmak” mesela, hâlâ kulağa şiir gibi geliyor ama artık sadece metafor. Kaybolmak için sokak sokak iz bırakmak, ıssızlara karışmak gerekmiyor. Sadece bir gün boyunca telefonunu kapat yeter. Hadi daha hafif versiyonunu söyleyeyim: Sadece Instagram’a story atma. Arkadaş grubun kayıp ilanını bastırır. Anneannen dualara başlar. Patronun işten ayrıldığını sanır.

Ama 1998 öyle miydi? O sene kaybolmak, gerçekten kaybolmaktı. Harbi harbi, elden ayaktan, gözden kulaktan, hafızadan silinmekti. Dayımın karısı ve kızı mesela… Ortadan yok oldular. Bildiğin kayboldular. Cinayet mi, kaçış mı, başka bir hayat mı? Kimse bilmiyordu. Dayım, çay bardağında rakısıyla halka halka portakal soyarken, dedem televizyonun sesini Arnavutça bir haber kanalında sonuna kadar açmış, sobanın içini evin dışına taşırmıştı. Sobanın önünden geçerken alnına güneş çarpmış gibi hissederdin. Anneannem ise evin kiler gibi kullanılan somyasının altından mandalina çıkarıyordu. Mandalina… Hem kokusuyla hem şekliyle bir tür sezgiydi o zamanlar. Artık mandalina kokusu, sadece yapay aromalı mumlarda mevcut. Üstelik 90 TL ve lavantalı versiyonuyla.

O dönem polis kayıtlarında “kayboldu” ifadesi, tam anlamıyla bir delil yetersizliğiydi. Şimdi olsa, Google Haritalar’a girersin, en son hangi sokağa döndüğünü, saat kaçta kasaya 17.75 ödeme yaptığını, pizzanın üstüne ananas isteyip istemediğini bile görürsün. Hatta yapay zekâ, “muhtemelen Bostancı tarafında bir arkadaşının evinde kalıyor” diye çıkarım bile yapar. O kadar net yani. Artık insanlar ortadan kaybolmuyor; sadece sistemin gözünden kaçıyor. Ve bu kaçışlar, çok kısa sürüyor. Çünkü teknoloji unutmuyor, daha doğrusu unutmasına izin verilmiyor. Her “veri” sonsuza dek kayıt altında. Kredi kartı harcamandan Spotify’daki çalma listene kadar… Mesela sen geçen hafta “Ruhum Yokmuş Gibi” adlı listeyi dinledin. Spotify not aldı: “Bu kullanıcı bir tık depresyonda. Ona biraz hüzünlü reklamlar gösterelim.”

Bu kadar kayıt altına alınmış bir hayatta hâlâ kaybolmak mümkün mü? Mümkün, ama artık yerini “çevrim dışı olmak” aldı. Ve bu çok daha tehlikeli. Çünkü fiziksel olarak kaybolmak, bir ihtimalle sağ salim dönmekti. Dijital olarak kaybolmak ise artık “yoksun” olmak anlamına geliyor. Ekrandan düşersen, gündemden düşersin. Kaybolmuş sayılmazsın, silinmiş olursun.

Tabii tüm bu dijital konforun bir de beyin tarafı var. Biz hâlâ Paleolitik çağdan kalan bir beyinle bu veriyi işliyoruz. Evrim bize 200 bin yılda “taşla ceviz kırma” becerisi kazandırdı ama algoritma karşısında hâlâ korumasızız. Beyin bu kadar çok sinyali anlamlandıramıyor. Eskiden bir cümle okur, üstüne düşüne düşüne yürür giderdik. Şimdi aynı anda hem bir tweet okuyoruz, hem bir reels izliyoruz, hem de bir arkadaşımızın “hızlıca okuyup fikrini söylesene” dediği PDF dosyasını açmaya çalışıyoruz. Tabii sonuç: Ne okuduğunu anlıyorsun, ne izlediğini hatırlıyorsun, ne de arkadaşına geri dönüş yapabiliyorsun. Sadece “görüldü” olmakla yetiniyoruz.

Bilgi fazlalığı artık neredeyse bir halk sağlığı problemine dönüştü. 100 GB bilgiye maruz kalan bir beynin günlük kapasitesi zaten sınırlı. Hani bir dönem şarjı %1 kalan iPhone gibi dolaşıyoruz. Her şeyi biliyoruz ama hiçbir şey yapacak enerjimiz yok. Düşünsene, markette rafın önünde bekliyorsun: 36 çeşit domates sosu var. Hepsi cam kavanozda, hepsi “anne tarifi”. Ama senin annen bile domates sosunu o kadar özenle yapmadı. Sonuç: Hiçbirini alamayıp evde makarnaya yoğurt dökmek. İşte bilgi böyle bir şey artık. Çokluğu, karar verme yetimizi felç ediyor.

Ama hafızanın başına gelen daha dramatik. Columbia Üniversitesi’nin yaptığı o meşhur araştırma, bizim artık bilgiyi değil, onun bulunduğu yeri hatırladığımızı söylüyor. Bu öyle derin bir yara ki; çocukken ezbere bildiğimiz numaraları, şimdi arama çubuğuna “annem” yazarak buluyoruz. Annemin adı bile Google’a “annem” yazınca çıkıyor. Annemin gerçek adı sistemde kayıp. Hafızamız artık bir “Google uzantısı”. Hatta daha trajik bir örnek: En son tarih öğretmenimizin adını hatırlıyor musun? Hani sınavda sana “1071” diye çaktırmadan bakış atardı. Onun yerine artık Wikipedia’ya “Malazgirt” yazıyoruz. Sonuçlar kısmında öğretmen çıkmıyor, çünkü sistemde izi yok.

Dikkat süresi konusu ise başlı başına trajikomik bir mesele. Microsoft’un söylediğine göre, dijital ortamda ortalama dikkat süremiz saniye. Yani bir TikTok videosu kadar. Japon balığıyla yarışıyoruz. Üstelik kaybediyoruz. Ve mesele sadece kısa süreli dikkat dağınıklığı değil. Zihnin bir işten ötekine geçerken bıraktığı tortular var. “Attentionresidue” diyorlar. Şöyle anlatayım: Bir işi yarım bırakıp WhatsApp mesajına geçtin diyelim, sonra tekrar dönmeye çalışıyorsun. Ama beyin hâlâ mesajda. O tortu, işin içine siniyor. Tıpkı karnıyarık yaparken içine yanlışlıkla kakaolu kek hamuru dökülmesi gibi. Her şey birbirine karışıyor. Sonuçta sen de bilmiyorsun artık işin mi karnıyarık, ruhun mu tatlı krizinde.

Gelelim sosyal medyaya. Beynin ödül sistemi, Instagram beğenileriyle yeniden kodlanıyor. Bir beğeni = bir doz dopamin. Vegas’taki slot makineleri gibi: “Ding!” sesiyle gelen o ufak haz, seni bir sonraki gönderi için ekrana bağlıyor. Kısa vadeli hazlar, uzun vadeli hedeflerin üstüne beton döküyor. Anlık mutluluklar için büyük çabaları terk ediyoruz. Beş saniyelik Reels’ler, üç yıllık ilişkilerden daha çok tutuyor artık. Çünkü algoritma, aşkı değil, izlenmeyi öneriyor.

Zettabayt çağına hoş geldin. Tüm insanlık tarihi boyunca biriktirilen bilgi, son iki yılda üretilen veriyle yarışamıyor. Ama bu verinin %90’ı ikinci kez açılmıyor bile. Tıpkı tatilde çekilen 684 fotoğraf gibi. Klasöre aktarılıyor ve sonsuz uykusuna yatıyor. Artık yaşamak, belgelemekle karıştırılıyor. Anı yaşamak değil, paylaşmak önemli. Story atmadıysan, o kahveyi içmemiş sayılıyorsun.

Veri merkezleri bu deliliği saklamak için gece gündüz çalışıyor. Sadece zihinsel kaynaklar değil, gezegenin fiziksel kaynakları da tükeniyor. Çünkü bir “beğeni”nin enerji maliyeti, küçük bir ülkenin elektrik faturası kadar. Ama o filtreli kahve fotoğrafı yok mu? İşte o her şeye değer…

Ve Nerman Teyze… Ah Nerman Teyze… O bizim algoritmamızdı. Mahallenin gündem algoritması. Kim kiminle ne zaman, ne yaptıysa o bilirdi. Onun “gündem”i sabah bakkalda başlar, öğleye doğru cam silen kadına ulaşır, akşam saatlerinde kapı önü yastık sohbetine bağlanırdı. Like butonu yoktu, ama kafasını sallayışıyla reyting alırdı. Şimdi NermanTeyze TikTok’ta olsa, emin ol 200K takipçisi olurdu.

Bugün her şey dijitalleşti. Artık mahalle dedikodusu bile globalleşti. Sosyal medya fenomenleri, Nerman Teyze’nin küresel versiyonu oldu. Kapı önü sohbetleri yerine 15 saniyelik videolarda yaşamı çözmeye çalışıyoruz. Fenomen olmak için kamera, ışık, takipçi ve biraz cingözlük yeterli. Ama perde arkasında hep aynı şey: İlgi. Onay. Görünürlük.

 

 

Ve işin ironik özeti şu soruda gizli:

 

En son hangi telefon numarasını ezbere biliyorsun?

 

Anneninki mi? Belki de hâlâ 532’yle başlayan ilk cep numaran? Yoksa artık hiçbiri mi?

 

Cebindeki cihaz bir gün sustuğunda… Hikâyen nerede devam eder?

 

Çünkü belki de biz, bilgiyi değil…

 

HATIRLAMAYI UNUTTUK.

 

 

 

Devam edecek…

 

 

Görsel: Pouya Fayazi

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *