IX.
Dijital Şizofreni
İronik olan şu ki, Mahir’in naif öpücüğü, yıllar sonra milyar dolarlık bir endüstrinin habercisiydi. Bugün adı “influencer pazarı” olan şeyin tohumları, o ev yapımı web sitesinde atılmıştı.
Herkes bir gün on beş dakikalığına ünlü olacaktır.
Andy Warhol
Anneannemdeyiz. Çocukluğumun en güzel evi… Duvarları kireçle parlayan, tertemiz, ışığı bile süzülürken berraklaşan bir ev. Yataklar özenle katlanmış, sanki üstünde uyunmaz da yalnızca seyredilir gibiydi. Her şey yerli yerinde, tek bir fazlalık yoktu. Yazın fesleğen kokusu bahçeden içeri dolardı; kışın çıra kokusu odalara sinerdi. Ama asıl hâkim olan hep sabunun o keskin, neredeyse unutulmaz kokusuydu.
Bir odası vardı; hem koridor, hem oda, hem de evin nabzı. İnsan oradan geçerken geçmez, dururdu. Yaz aylarında çiçeklerle dolu bahçeden salça ve tarhana kokusu yayılır, evin içini görünmez bir mutfak çemberine alırdı. Kışın ise tahta çerçeveli camların ardından içeri süzülen soğuk hava ve cama vuran yağmur damlaları, odanın sessizliğini ağırlaştırır, neredeyse bir fon müziği gibi hayatımıza eşlik ederdi.
Bu ev, çocukluğumun en berrak görüntüsüydü. Hafızamda hâlâ sabun kokusuyla, yağmur sesiyle ve içimi titreten o kusursuz düzenle duruyor; zaman geçse de sanki ilk günkü gibi canlı, ilk günkü gibi kırılgan.
Soğuk bir kış günüydü, hem de pazartesi. Pazartesi kelimesi tek başına bile bir bela gibiydi: Okul, ödev, erken kalkma, öğretmenin “çalışsaydın” bakışı… Ama o gün farklıydı. Ara tatildi. Çocuk kulağında ara tatil kelimesi Beethoven’ın 9. Senfonisi gibi çınlar: Önce kemanlar, sonra koro, sonra da özgürlüğün tok sesi. O gün tatildi; daha doğrusu, kalabalığın gölgesinde kendi küçük komplolarımızı kurduğumuz, sobanın gövdesine yaslanıp yanık kokusuyla geleceğe dair tuhaf hayaller kurduğumuz bir gündü.
Ev kalabalıktı, öyle böyle değil. Teyzeler, dayılar, kuzenler… Öyle ki, annemin “aman dikkat et” diye naylon kılıf geçirip yıllarca kimsenin oturmasına izin vermediği kanepeler bile dolmuştu. Misafir sandalyeleri aceleyle ortaya çıkarılmış, normalde yasaklı köşeler çocukların savaş meydanına dönüşmüştü. Kalabalığın bereketinden sobasız odaların kapıları bile açıktı. Hâlbuki o kapılar, kış günlerinde mühürlü gibi kapalı tutulur, soğuğun içeri sızmasına izin verilmezdi. Bu, ailenin görünmez anayasasının ilk maddesiydi. Ama o gün anayasa delinmişti çünkü büyük dayım evdeydi.
Büyük dayım… Onu tarif etmek için tarih kitaplarına bakmaya gerek yok. Bir kaşını kaldırmasıyla masadaki sessizlik çınlardı. Sofrada ekmek dilimi büyük kesilse suçlusu anında ilan edilirdi. Çocuk gözümde o, Stalin’in kaşlarını Mussolini’nin jestleriyle buluşturmuş, üstüne de mahalle muhtarının “çıkışta görüşelim” bakışını eklemiş bir figürdü. Onun gölgesinde nefes almak bile lüks sayılırdı. Annem ve teyzelerim, dudaklarını kapalı bir fermuar gibi kilitler, babam sigarasını kül tablasına değil havaya kül dökermiş gibi tedirginleşirdi.
Biz çocuklarsa mutfağa sığınırdık. Bahçeye açılan alt kattaki mutfak bizim yeraltı örgütümüzdü. Suna ablamla şarkılar söylüyor, sözde patates soyuyorduk. Patatesin kabuğu değil, çoğunlukla parmaklarımız soyuluyordu ama bu fedakârlığı “direniş” olarak görüyorduk. Mutfak bizim cumhuriyetimizdi. Kapıyı kapattığımız anda dayımın emirleri hükümsüzleşiyor, biz ise Ajda mı büyük Sezen mi diye tartışarak kendi küçük devrimimizi yapıyorduk.
O soba, işte bütün bu sahnelerin hakemi gibiydi. Yanıyorsa biz daha cesur olur, şarkıyı yükseltirdik. Hatta bazen dayımın ayak sesleri merdivenden inerken, biz o sesi orkestradaki davul gibi düşünür, daha da coşardık. Ama kapı birden açıldığında… İşte o an Beethoven susar, biz de patatesleri birbirimizin önüne atarak suçluyu belirlemeye çalışırdık.
Ama işte o günün asıl gerilimi kuzenim Melek’in yokluğuyla başladı. Dayımın kızı sırra kadem basmıştı. Normalde kaybolan bir çocuk için mahalledeki refleks belliydi: önce “Bakkala mı gitti?” diye sorulur, ardından “Komşuya mı uğradı?” ihtimali düşünülürdü. Fakat bu defa durum çok daha ciddiydi. Çünkü biz biliyorduk. Melek, MSN’de tanıştığı bir çocukla buluşmaya gitmişti.
O üç harf… MSN. O dönemde sıradan bir bilgisayar programı değil, evin içinde bile fısıldanarak telaffuz edilen bir parola gibiydi. Hatta o harfleri yan yana getirmek, evin içinde görünmez bir elektriklenme yaratırdı. “MSN açtı mı?”, “Listeye eklemiş mi?”, “Kamerası var mı?” soruları, bizim neslin kalbinde çarpıntı yaratan bir aşk ayini gibiydi. İtirafların, reddedilmelerin, gizli gülüşlerin hepsi bu üç harfin arkasında saklıydı.
Melek’in internetten sevgili bulması bizim için başlı başına bir kıyametti. Çünkü bizim kuşağın aşkı teneffüste aynı sırada oturmakla, kantinde simidi bölüşmekle, bazen de defterin köşesine gizlice yazılan bir kalple sınırlıydı. Oysa MSN, bütün bu ritüelleri yerle bir ediyordu. Bir anda dünyanın öteki ucundan biri sana “wink” atıyor, ekran bir deprem gibi sarsılıyor, kalbinin ritmi değişiyordu. Webcamaçıldığında ise sanki görünmez bir tiyatro perdesi kalkıyor, karşına senin için hazırlanmış sahte ama büyüleyici bir evren çıkıyordu.
Mahallenin büyükleri bu yeni dünyayı bir türlü kabullenemiyordu. Bazıları kahve köşelerinde “çocukları kandırıp kaçırıyorlarmış” diye dehşet hikâyeleri anlatıyor, kimileri de “tek tıkla dünyayı ayağına getiriyor” diye neredeyse teknolojiyi peygamber ilan ediyordu. Onların gözünde internet, hem şeytanın icadı hem de çağın mucizesiydi. Biz çocuklar içinse tam anlamıyla bir ikilem: ışıkları kapalı bir odada bir yandan karanlık bir korku filmi izliyor, öte yandan sayfaları ışıl ışıl parlayan bir masal kitabı okuyorduk.
Ve işte Melek, bu ikilemin tam ortasında kaybolmuş gibiydi. Evde annesinin gözünde hâlâ örgü bebeklerle oynayan bir kızdı. Ama bilgisayar başında webcam ışığı yanarken, ekrandaki yabancı bir gence saçını düzelten, kameranın açısını ayarlayan, “görünmez” ikonunun ardında farklı bir kişiliğe bürünen bir dijital kahramana dönüşüyordu. Onun yokluğu sıradan bir kayboluş değildi; hepimizin zihninde yeni sorular doğuran, içimizi kıpır kıpır eden bir kırılmaydı: “Gerçek hayat nerede bitiyor, sanal olan nerede başlıyor?”
Biz kuzenler, sanki gizli bir dedektif takımı gibi Melek’in izini sürmeye koyulduk. Kimi sobanın yanında annelerin dedikodusuna kulak kabartıyor, kimi bilgisayarın başına geçip “en son ne zaman çevrimiçi oldu?” diye kontrol ediyordu. MSN’de yanıp sönen yeşil ikon, sokak lambasından bile güven vericiydi bize. Ama işin ironisi şuydu: o yeşil ışık yanarken Melek evde değildi. Orada görünüyordu, burada yoktu. İşte tam da bu çelişki gerilimi büyütüyordu. Melek iki dünya arasında gidip gelmiyordu artık; sanki kendi varlığını ikiye bölmüş, bir parçasını bilgisayar ekranına, diğerini karanlık bir sokağın köşesine bırakmıştı.
Saat ilerledikçe evin içinde görünmez bir gerilim örgüsü dokunuyordu. Balıkların pulları kazınıyor, tavada yağ kızdırılıyor, masa başına her an oturulacak gibi tabaklar sıraya diziliyordu. Fakat o sıradan mutfak uğultusunun ardında başka bir uğultu vardı; dayımın giderek daralan sabrı ve annemin taş gibi ağırlaşan suskunluğu. Çocuk kalbimizle biz de bu ağırlığın altında kıpır kıpırdık. İçimden, hafif bir isyanla: “Of be dayı, MSN desem ne olacak? Çarşıda tabelasını mı arayacaksın? Bakkaldan mı soracaksın, sanki sakızla birlikte paket halinde satılıyor?” diye geçiriyordum.
Tam sofraya oturacağımız sırada kapıdan bir çığlık koptu. Öyle sıradan bir çığlık değil; filmlerde kullanılan hazır ses efektlerine taş çıkarır cinsten:
— “YETİŞİNNN!”
Bir anlığına bütün ev dondu. Sobanın çıtırtısı sustu, yağın cızırdaması bile durdu sanki. Bizim gözler büyüdü, nefesler tutuldu. İlk düşüncem: “Tamam, işte oldu, MSN çocuğu Melek’i kaçırdı.” Hepimiz koltuklardan fırlayıp kapıya koştuk.
Melek içeri girdiğinde tablo tam bir tiyatro sahnesi gibiydi. Gözleri yaşlı, saçları darmadağın, sesi hıçkırıklarla kesiliyor:
— “Gözlerimi bağladılar, dağ başındaki kulübeye götürdüler, zor kurtuldum!”
Bir anlığına hepimiz taş kesildik. Dayımın yüzü bembeyaz oldu. Abisi panik içinde telefona sarıldı, polisi aradı. Komşular birer ikişer pencerelere çıkıp “ne oluyor?” diye seslendi. Mahalleye o akşam siren sesi indi. Polisler geldiler, Melek’i aldılar. Biz çocuklar, sahneyi televizyon dizisi gibi izliyorduk.
Ama gerçek çok geçmeden ortaya çıktı. Daha on dakika bile geçmemişti ki polis Melek’i geri getirdi. Çünkü hikâyesi, ilk sorguda dağılıvermişti. Melek, gözlerini yere dikip itiraf etti: MSN’de tanıştığı bir çocukla buluşmuş, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişti. Eve dönmeye cesaret edememiş, dayıdan korktuğu için “kaçırılma” senaryosunu yazmıştı.
Bir anda trajedimiz farsaya döndü. Evdeki balıklar yanmış, mutfak duman altı olmuş, sofranın düzeni bozulmuştu ama mahalle artık “internet skandalı” yaşamıştı. Ve herkes, Melek’in küçük yalanının mahalle tarihine not düşüldüğünü anlamıştı.
Ama en ironik, en unutulmaz ayrıntı şuydu: Melek’in avucunun içinde hâlâ sıkı sıkıya tuttuğu bir CD vardı. Çocuğun hediyesi, “seçme şarkılar” yazılı bir aşk hatırası. İşte o CD, bizim için dijital çağın ilk kutsal emanetiydi. Çünkü o gün anladık ki bizim kuşak için sevgili hâlâ çarşıdan, okul kantininden, belki bakkal yolundan çıkıyordu; ama yeni kuşak için sevgili artık ekrandan bulunuyordu.
Tam o sıralarda televizyonlarda, gazetelerde ve yeni yeni evlere giren internet forumlarında bir çılgınlık peydah oldu: Mahir. Dünyayı “I kiss you!” diye selamlayan, cep telefonuyla çekilmiş gibi duran sıradan fotoğrafıyla hem kahkahalara hem de meraklı bakışlara sebep olan bu figür, kısa sürede sadece bir isim değil, bir fenomene dönüştü. Mahir Çağrı, İzmir’de yaşıyordu; kökleri Kars’a dayanıyordu. Ama bu bilgilerin neredeyse hiç önemi yoktu. Çünkü internetin küresel köyünde artık o, herkesin “internet akrabası” haline gelmişti.
Mahir’in hikâyesi dışarıdan bakıldığında şaşırtıcı derecede sıradandı: Basit bir web sitesi açmıştı. O dönem için bu bile başlı başına bir “icat” sayılabilirdi. Sayfasında kocaman puntolarla yazılı birkaç cümle vardı: “Welcome tomy home page. I kiss you.” İşte bu kadar. Ne uzun yazılar, ne karmaşık tasarımlar, ne de markalı içerikler. İnternetin bugünkü karmaşasına bakıldığında neredeyse ilkel sayılacak kadar saf bir sadelik. Fakat tam da bu sadelik, global bir patlamaya yol açtı.
Bu cümle, 1990’ların sonunda internetin aç gözlümerakını karşılayan bir şifre gibiydi. Abartılı bir İngilizce, tuhaf bir samimiyet ve hafifçe komik bir yanlışlık… Kısacası dünyanın ihtiyaç duyduğu absürtlük. CNN’den BBC’ye, New York Times’tan Spiegel’e kadar herkes Mahir’i yazdı. Türkiye’de ise aynı anda hem alay edildi hem de gurur duyuldu. Mahir, televizyon şovlarının malzemesi olurken bir yandan da “Türkiye’den de çıkıyor işte, dünya çapında ses getiren fenomen” duygusunu uyandırıyordu.
Mahir’in ironisi şuradaydı: Marshall McLuhan’ın “globalköy” kavramı, onunla birdenbire somut bir örnek kazanmıştı. Birkaç satırlık amatör İngilizceyle dünyanın dört bir yanındaki insanlara ulaşabiliyordu. Andy Warhol’un meşhur “Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak” sözü, dijital çağda ilk kez onunla ete kemiğe büründü. Mahir, kameraların karşısına çıkmadan, ne bir albüm yayımlamadan, ne bir filmde rol almadan, sadece bir HTML sayfasıyla küresel gündemin merkezine oturmuştu.
Aslında “I kiss you” sadece bir cümle değil, bir çağın işaret fişeğiydi. Dijital kültürün hafızasında ilk defa naiflik, amatörlük ve mizah birleşip küresel bir simge yarattı. Mahir farkında bile olmadan internetin ilk “meme”lerinden biri oldu. O, hem dalga geçilen bir karakter hem de “internetin ilk yıldızı” olarak tarihe geçti.
Bugünden bakınca daha da çarpıcı olan şey şu: Mahir’in fenomenliği, bugünün sosyal medya devleriyle kıyaslandığında neredeyse masalsı bir saflığa sahip. TikTok’un algoritmalarla şişirilmiş yıldızları, YouTube’unsponsorluk anlaşmalarına gömülmüş içerik üreticileri, Instagram’ın filtreli influencer’larıyla karşılaştırıldığında Mahir, kendi başına duran bir “dijital taş devri kahramanı” gibiydi. Ne markalar vardı arkasında, ne veri analizleri, ne de PR şirketleri. Vardıysa vardı: bir masaüstü bilgisayar, birkaç yanlış İngilizce cümle ve samimiyet.
Mahir’in hikâyesi bize hâlâ şunu fısıldıyor: Bazen dünyaya sesini duyurmak için büyük şeylere gerek yoktur. Bir tek kelime, bir tek fotoğraf, bir tek gülünç ama içten cümle… Ve internet, onu milyonlarca kez çoğaltarak hafızasına kazır.
Mahir’in popülerliği, internetin kimlikleri parçalayarak yeniden üreten yapısının ilk güçlü provasıydı. Bir yanıyla sıradan bir genç; İzmir’de kendi hâlinde yaşayan, Türkçe’yiorta derecede, İngilizce’yi daha da kırık dökük kullanan bir adam. Ama diğer yanıyla BBC’nin ekranlarında, Spiegel’in sayfalarında, CNN’in haber kuşaklarında birdenbire parlayan bir “fenomen.” Mahir’in gerçekliği ile dijital kopyası arasındaki uçurum, tam da Baudrillard’ın bahsettiği “simülakr”ın canlı örneği gibiydi. İnsanların tanıdığı Mahir, artık Mahir’in kendisi değildi; internetin ürettiği, yeniden dolaşıma soktuğu ve her seferinde biraz daha çarpıttığı bir “başka Mahir”di.
Ve asıl ironik olan şu: insanlar o Mahir’i tanımadan tanıyordu. Onun hakkında binlerce fikirleri vardı ama hiçbirinin Mahir’in gerçek yaşamıyla doğrudan bir ilişkisi yoktu. “Gerçek Mahir” ile “dijital Mahir” arasındaki mesafe, internet çağının belki de ilk şizofrenik çatlağıydı. İzmir’de evinde sobanın yanında oturan Mahir ile Los Angeles’ta üniversite kampüslerinde espri malzemesi yapılan Mahir, aynı kişi değildi.
Kapitalizm bu ironiyi altın madeni gibi işledi. Mahir’in basit HTML kodlarıyla hazırladığı site, bir anda internet kafelerin vitrinine dönüştü. 90’ların sonunda mahalle köşelerinde açılan loş internet kafelerde çocuklar sıraya giriyor, “Mahir’i görmek” için saatlik ücret ödüyordu. O basit cümle –“I kiss you”– aslında yeni bir çağın giriş biletiydi. İnsanlar, “internet denen şey”i Mahir sayesinde deneyimledi. İnternet, ansiklopedik bir kavram olmaktan çıktı, gündelik hayatın kahkahalı ve biraz da absürt bir gerçeğine dönüştü.
Aslında Mahir, bugünkü influencer kültürünün ilkel formuydu. YouTuber’lar, TikTok yıldızları, Instagram fenomenleri… Hepsinin kökünde Mahir’in hayaletini görmek mümkün. Çünkü o, ilk kez şu fikri insanların zihnine soktu: “Hiçbir şey yapmadan da ünlü olabilirim.” Mahir’in şöhreti bir kazaydı belki, ama tam da bu kaza, internetin şöhret fabrikası olduğunun kanıtıydı. Ve herkes birden kendisini aynı soruyu sorarken buldu: “Ya ben de Mahir gibi bir anda ünlü olursam?”
Üstelik Mahir, dünyayı saran ilk “meme”lerden biriydi. O dönemde meme kavramı bugünkü gibi yaygın değildi ama Mahir’in fotoğrafı ve o meşhur cümlesi, küresel ölçekte dolaşıma giren ilk dijital şaka malzemesiydi. İnsanlar onu alıp parodiye dönüştürdü, poster yaptı, sohbetlerde dalga geçti ya da tamamen başka bağlamlarda kullandı. Mahir, farkında olmadan internetin en güçlü kültürel mekanizmasını tetikledi: sınırsız tekrar ve sonsuz yeniden üretim.
İşin en ironik yanı ise Mahir’in buna hiç hazır olmamasıydı. O ne bir medya stratejisti, ne bir marka danışmanı, ne de şöhret peşinde bir girişimciydi. Sadece kendi evinde, kendi bilgisayarında bir sayfa açmıştı. Ama sistem, onun bu saf girişimini kontrolünden çıkararak küresel bir simgeye dönüştürdü. Mahir, dijital çağın ilk “kazara ünlüsü”ydü. Daha doğrusu, ilk “dijital şizofreni vakası”: Bir yanda kendi hayatına devam eden sıradan Mahir, diğer yanda kendi yaşamından bağımsız, kendi başına dolaşan, herkesin bildiği ama kimsenin gerçekten tanımadığı “Mahir imgesi.”
Aradan çeyrek asır geçmesi, sadece teknolojinin gelişimini değil, hafızanın nasıl işlediğini de ifşa ediyor. 2000’lerin başında internet kafelerin o kendine özgü kokusu —yanmış kablolar, terli klavyeler ve mısır patlağı karışımı— internetin lüks, hatta törensel bir uğraş olduğunu hatırlatıyordu. Şimdi cebimizde, elimizin içinde, neredeyse tenimizin bir uzantısı. Bir zamanlar “Abi yarım saat açsana” diye yalvarılan internet, bugün kimsenin kapatmaya cesaret edemediği bir musluğa dönüştü. Sonsuz kaydırma, dijital çağın yeni metaforu: zamanın akışını, parmak hareketlerimizin hızı belirliyor.
Rakamlar hikâyeyi daha da çarpıcı kılıyor. 2000’lerin başında yaklaşık 400 milyon insan internete bağlanıyordu. Bugün 5 milyarın üzerinde kullanıcı var. Yani dünya nüfusunun neredeyse tamamı tek bir ekranın içinde birleşti. Ancak bu birleşim bilgi için değil, görünürlük için. Çocukların hayali artık stetoskopla can kurtarmak değil, selfie ışığında parlamak. McKinsey’in 2023 raporuna göre influencer pazarı 21 milyar doları aştı. Kısacası izlenmek, “beğenilmek” yeni para birimine dönüştü.
Ve işin kökünde Mahir var. İzmir’deki o sıradan adam, kendi naifliğiyle bir “global fenomen” yaratmıştı. “I kiss you” cümlesi, aynı anda hem dünyanın en garip hem de en samimi ilanıydı. CNN’den BBC’ye, New York Times’tan Spiegel’e herkes onu yazdı. Ama Mahir’in şöhreti, internet kafelerle reklamcıların kasasını doldurdu, kendisine ise bir unutuluş miras kaldı. “Ben hâlâ buradayım” dese de algoritmalar yeni yüzlere döndü.
İşte dijital çağın şizofrenisi tam da bu: kimlikler hızla parlıyor, hızla sönüyor. Yıldız olmak, aslında bir algoritmanın gündem maddesi olmak demek. Mahir’in unutuluşu kişisel bir kader değil; bütün bir kuşağın geleceğini haber veren bir işaretti. Fenomenlik, kalıcılığın değil, tüketilebilirliğin adı oldu.
Bu noktada Mahir’in hikâyesini daha da derinleştirmek mümkün:
•Baudrillard’ın simülakr kavramıyla “Mahir kimdi, kim değildi?” sorusu, hakikat ile simülasyon arasındaki bulanıklığı açığa çıkarıyor.
•McLuhan’ın global köy teziyle tek bir cümlenin tüm dünyayı dolaşabilmesi, medya çağının en saf örneği haline geliyor.
•Günümüz influencer ekonomisiyle Mahir’in unutuluşu, fenomenliğin artık bireysel başarı değil, endüstriyel bir üretim hattı olduğunu kanıtlıyor.
Bugün dönüp baktığımızda o kış günü sobanın gövdesinden yükselen çıtırtılar, Melek’in avuç içi teriyle buğulanmış parlak CD’si, telefon hattını işgal eden modem cızırtısı ve televizyon ekranlarından evlere taşan “I kiss you” çığlıkları tek bir şeyin habercisiydi: dijital çağın hepimize indirdiği tokat. Bu sıradan bir tokat değildi; bir öğretmenin cetveliyle elimize vurması gibi kısa süreli bir sızı da bırakmadı. Hayır, bu tokat hem yanaklarımızı kızarttı, hem belleğimizde kalıcı izler açtı, hem de alışkanlıklarımızı kökünden söktü.
Kimi o gün sobanın üzerinde unutulmuş balığını kömüre çevirdi, kimi üç günlük şöhretiyle yetinmek zorunda kaldı, kimi ise hâlâ ekran ışığında, sonsuz kaydırmanın dipsiz kuyusunda kayboluyor. Bu tokadın izi sadece yanaklarımızda değil; evlerin kütüphanelerinde, VHS kasetlerinin kenarında, eski dergilerin sararmış sayfalarında, aile albümlerinin arka kapaklarında kaldı.
Belki de Mahir’in “I kiss you”su, internetin ilk şizofrenik kahkahasıydı. Hem saf bir öpücük, hem ironinin ta kendisi. Çocukça ve garip, aynı zamanda bütün bir çağın başlamasına sebep olan devasa bir siren. Bir yanda İzmir’de sıradan bir evin balkonundan dünyaya atılmış naif bir el sallama; diğer yanda CNN, BBC, New York Times’ın ekranlarında büyütülmüş bir simülakr. Baudrillard o modem sesini duysaydı, belki de “ben bunu yazmıştım zaten” diyerek kitabını kapatırdı.
Biz ise bu çağın hem mağdurları hem de kahkahalarıyla hatırlayan tanıkları olduk. Bir yandan Mahir’le dalga geçtik, bir yandan onun açtığı kapıdan içeri dalıp kendi dijital kimliklerimizi üretmeye başladık. MSN’de takma adlarımızı gizemli yapmak için yan yana dizdiğimiz semboller, ilk profil fotoğrafı olarak yüklenen düşük çözünürlüklü avatarlar, Facebook’ta birbirimize gönderdiğimiz anlamsız “poke”lar… Hepsi Mahir’in attığı o öpücüğün yankılarıydı aslında.
“I kiss you” sadece bir cümle değildi. O, yeni dünyanın şifresiydi. O şifre girildiği anda kimlikler çoğalmaya başladı: Bir kısmımız forumlarda avatar oldu, bir kısmımız Vinevideolarında gönüllü soytarıya dönüştü, bir kısmımız hâlâ televizyon başında “bunlar hep yabancı oyunu” diye mırıldanan amcalardan ibaretti. Ama hepimiz o şizofrenikgülümsemenin içine çekildik.
İronik olan şu ki, Mahir’in naif öpücüğü, yıllar sonra milyar dolarlık bir endüstrinin habercisiydi. Bugün adı “influencer pazarı” olan şeyin tohumları, o ev yapımı web sitesinde atılmıştı. Kimse farkında değildi ama Melek’in elinde sıkı sıkıya tuttuğu o CD’nin çizilmeye mahkûm yüzeyinde hepimizin geleceği parlıyordu.
Şöhretin beş dakikası geçti; peki geriye kalan bu bitmeyen yalnızlık kimin payına düştü?
Devam edecek…
Görsel: Pouya Fayazi