XI.
Dijital Şizofreni
Biz yalnızlığımızı kabullenemediğimiz için teknolojiye sarılıyoruz. Sanal kokularla eski sevgilinin parfümünü koklamak istiyoruz, hologramla ölmüş dedemizle çay içmek istiyoruz, görmediğimiz torunla sanal gerçeklik gözlüğünde oyun oynamak istiyoruz. Ama hâlâ yalnızız.
Kapadokya…
Yani öyle bir yer ki, sadece coğrafya değil; insanın kendi içindeki mahcubiyetle yüzleştiği, kayalıkların altına gizlenmiş sırlarla tanıştığı, hem geçmişe hem de kendi basiretsizliğine aynı anda selam çaktığı bir yer. Oraya ilk gittiğimde kendimi 21. yüzyıldan özür dilemek zorunda hissettim. Daha doğrusu, 21. yüzyılda doğduğum için o aylak duvarlara, o oyuklara, o uslu zamanlara içten içe mahcup oldum. Çünkü Göreme’nin sakinliğinde, ruhumun taş bir duvarda yaslandığını hissettim. Ve ilk kez utandım.
Evet.
Mağarada doğmadığım için.
Bakın, bu utanç öyle sıradan bir utanç değil. Hani sınıfta ayağa kalkıp “Öğretmenim, ödevimi yapmadım çünkü elektrikler gitti,” diyemeyeceğiniz bir utanç. Çünkü burada elektrik yoktu zaten. Su? Onu taşlar hallederdi. Doğalgaz mı? Aman efendim, ne münasebet. Onlar ateşi yakar, otururlardı başına; biri ıspanak ayıklar, öteki yıldız sayardı. Mutfak yok, yatak odası yok, gardırop hiç yok. Kıyafetler iki taş arasında kurutuluyorsa şanslıydınız. Ama hayat vardı. Hem de bugünkünden daha sahici, daha yalın, daha yerli yerinde.
Ben bu yıl doğum günümü Göreme’de kutlamaya karar verdiğimde hâlâ modernliğe romantik kaçamaklar yapan biriydim. Hani elektrik prizinden hâlâ bir şey bekleyenlerden, şarja takınca umutlananlardan… Ama orada, Peri Bacaları’nın gölgesinde beliren o garip serinlikte insan sırtını yaslayıp “Hayat galiba başka türlü de yaşanabiliyormuş,” diyebiliyor. Ve işte o anlarda insan bir duruyor, geriye çekiliyor, kendini küçültüyor. Mağaraların arasında gezindim. Sessizdim: Uslu. Ama iç sesim şehirdeyken hiç olmadığı kadar yüksek perdeden konuşuyordu:
“Sen bu yaşa kadar hep yanlış yerde yaşadın.”
Biz mağara insanlarının bizden eksik yaşadığını sanıyoruz ya… Oysa belki de biz fazla yaşıyoruz. Gereğinden fazla şey biliyoruz, gereğinden fazla şeyi takip ediyoruz, gereğinden fazla insanın hayatına dâhil oluyoruz. Sabah gözümüzü açtığımızda kahveyle değil, deprem haberiyle uyanıyoruz. Deprem Japonya’da oluyor, biz İstanbul’da üç kat inemiyoruz merdivenden ama yer yarılıp altımıza düşecekmiş gibi panikliyoruz. Çünkü her şey içimize düşüyor artık. Deprem, savaş, zam, iflas, viral video, algoritma analizi… İçimizde yer kalmadığı hâlde hepsi cep telefonundan kayıp düşüyor zihnimize. Ve mağaradaki o adamın bir günde duyduğu toplam ses, bizim iki dakikalık Twitter gezintimize bile denk gelmiyor.
Mutluluk mu? Eğer mutluluk şebekeden bağımsız bir şeyse, onlar bizden daha mutluydu. Çünkü şarj kabloları yoktu ama gün batımı izleme süreleri vardı. Kahve zinciri yoktu ama kuyu başında sohbet vardı. Alarm yoktu ama sabah güneşle uyanmak, gece karanlıkla uyumak vardı. Hayat bir algoritma değil, bir döngüydü: Ye, iç, sev, uyu. Geliştirilmek için çırpınan bir sistem değil, zaten tamamlanmış bir sadelikti.
Ve bu sadeliğin içinde bir ihtişam gizliydi. O taşlara oyulan yaşam izleri, bugünün lazer kesim cam panellerinden daha gerçekti. Onlar bir kilise oydu duvara, biz bir alışveriş merkezinin çatısından düşüyoruz. Onların binası hâlâ ayakta, bizim plazalarımız daha otuzunda renovasyon istiyor. Ve biz bunu bile “yeni cephe kaplamamız geldi” diye bir başarı gibi anlatıyoruz. Oysa ruhun kaplaması çoktan soyulmuş, farkında değiliz.
Bizim grubun sanat tarihçisi Emel. Şöyle söyleyeyim; grubumuz adeta Şampiyonlar Ligi gibi, herkesin farklı bir görüşü olur ama söz Emel’e geldiğinde herkes dikkat kesilir. Sanat tarihçisi… Yani bedavadan rehberimiz. Emel anlatmıştı: “Bu mağaralar, ilk Hristiyanlık döneminde Roma zulmünden kaçanlar tarafından yapılmış,”. Roma pagan, onlar İsa’yla tanışmış. Baskı büyük, cesaret büyük ama ev küçük. Küçük derken hacim olarak küçük, anlam olarak devasa. İnsan sadece inandığını yaşamak için taşların içine sığınmış. Bugünse biz, indirimli diye taş gibi botları almak için AVM’nin içine sığınıyoruz. Onların sosyal binası sadece kiliseydi. Bizim sosyal binamızda 4 kat otopark, 6 kat mağaza, bir Instagramköşesi, 3 tane boş bank ve tam 7 yerde “çekim noktası” var. Ama hâlâ yalnızız.
Asıl trajikomedi de burada: Biz yalnızlığımızı kabullenemediğimiz için teknolojiye sarılıyoruz. Sanal kokularla eski sevgilinin parfümünü koklamak istiyoruz, hologramla ölmüş dedemizle çay içmek istiyoruz, görmediğimiz torunla sanal gerçeklik gözlüğünde oyun oynamak istiyoruz. Ama hâlâ yalnızız. O mağara adamı yalnızca önündeki kişiyi duyardı. Bizse dünyadaki bütün cazgırlıkları aynı anda duyuyoruz. Duymak istemediklerimizi de… İnsan yoruluyor çünkü sadece duymaktan değil, duymamaya çalışmaktan. O kadar çok şeyi duymamaya çalışıyoruz ki sonunda hiçbir şeyi gerçekten duyamıyoruz.
Ve bütün bu dijital gürültüye dayanamayan beynimiz bize “bildirim yorgunluğu” tanısı koyuyor. Artık telefon değil, ruhumuz şarj istiyor. Bildirim değil, sessizlik bildirimi geliyor içimizden: “Lütfen sessize al beni”. Ama alamıyoruz. Çünkü Apple Vision Pro ile gözümüze geçirdiğimiz evrende her şey var, bir tek huzur yok. Spotify’da sekiz saatlik “Sessizlik” listesi var ama sekizinci saniyede reklam giriyor. Dijital detoks bile bir etkinlik artık. Mağaraya kaçmak yerine mağarayı Instagram’da story yapmak.
Göreme’den döndüğümde ilk tokadı Ümraniye’de yedim. Dev gökdelenler. Kırk katlı, her katı başka bir kaygı. Alt katı kira, orta katı gelecek endişesi, çatı katı kariyer hırsı. Asansörle çıkıyorsun ama ruhun bodrum katta kalıyor. İşte o an fark ettim: Mağaralar insana nefes aldırıyor, gökdelenlerse nefesini kesiyor. Biri doğayla inşa edilmiş, diğeri doğaya rağmen. Ve artık biliyorum ki şehirler taşla değil, tedirginlikle kuruluyor.
Bugünün en lüks evi, içine kahve makinesi sığan bir mağara kadar huzur veremiyor. Çünkü o mağarada bildirim yoktu. Kimse “Son görülmen kapalı” diye trip atmıyordu. “Müsait misin?” sorusu “taşın üstünde oturuyorsam gel” demekti. O taş hâlâ orada. Bizim online aldığımız sandalye ise çoktan kırıldı.
Peki şimdi ne yapmalı? Kaçıp mağaraya mı yerleşmeli? Elbette hayır, hepimiz biliyoruz ki o mağaralarda Wi-Fi yok. Ama zihnimizde bir köşe ayırabiliriz. Her gün on beş dakikamızı mağara sessizliğine ayırabiliriz. Sabah gözümüzü açınca önce ekranı değil, pencereyi aralayabiliriz. Google’a değil, göğe bakabiliriz. Böylelikle, Turgut Uyar şiirinin oluşumunu daha iyi anlayabiliriz.
Çünkü belki de asıl mesele, ne kadar şey bildiğimiz değil; hangi usulde yaşadığımızdır. İnsan olmak, bazen hiçbir şey üretmeden, taşın üstüne oturup sadece var olabilmektir. Kendi gölgesini seyre dalmak, zamana müdahale etmeden akışa bırakabilmektir. Ya da en azından kahve olmadan bir sabahı karşılayabilmektir. Gerçi bu biraz zor, çünkü modern insanın sabahı kahvesiz başlatması, bilgisayarın internetsiz açılması gibi neredeyse imkânsız bir hâl almıştır. Ama belki de bütün mesele, o imkânsızlığı kabul edip hâlâ sabahı göğüsleyebilmekte gizlidir.
Şimdi dönüp kendime soruyorum:
Mağarada doğmadığım için utanıyor muyum?
Artık cevabım net.
Evet.
Ve ben, ona bakarken utanmayı bir yük değil, bir ayrıcalık gibi hissediyorum. Çünkü utanmak, hâlâ insan kalabildiğimin işareti belki de. Utanmak, bugünün hızında unutulmuş en insani duygulardan biri. Belki de mağara insanı, hiçbir zaman “utanmak” kelimesini bilmedi; ama biz, sözlüğümüz şiştikçe duygularımızı kaybettik. Benim utancım, onların bilmediği bir kelimeyi taşırken, onların sahip olduğu bir varlığı arıyor: Yalın, kusursuz, sükûnetli bir insanlığı.
Devam edecek…
Görsel: Pouya Fayazi