III.
Dijital Şizofreni
Bir gece daha. Evet, bir başka gece. Ama öyle yıldızlı, romantik, geceyi gece yapan bir gece değil bu. Bu, dijitalin ayazında yıkanmış, ekran ışığıyla sterilize edilmiş bir gece. Uykuya geç kalınmış değil; uykunun ta kendisi unutulmuş. Göz kapakları uykudan değil, mavi ışık yorgunluğundan ağır. Saat kaç bilmiyorsun çünkü artık zaman telefon ekranındaki yüzdeyle ölçülüyor. Yüzde on iki şarj kaldıysa sabaha yaklaşıyorsun demektir. Oda sessiz, fakat içindeki sesler bir WhatsApp grubu gibi: Susturamıyorsun, gruptan çıkamıyorsun, her fikir bir başka bildirim sesiyle çatışıyor.
Elinde telefon, diğer elinde boşalmış bir çay bardağı. Çay içmek değil artık mesele; çay sadece bir aksesuar. Story’ye lezzet katan görsel unsur. Soğumuş olması önemli değil, zaten niyetin hiç sıcak içmek değildi. O çayı içerken değil, gösterirken yaşıyorsun. Yalnızlık da çay gibi: İçinde yok ama paylaşımda var. Telefon ekranı yüzünü aydınlatıyor ama seni aydınlatmıyor. O ışık sana değmiyor, içini geçmiyor, sadece üzerine sürülüyor. Yüzeyini parlatıyor, derinliğini unutuyor. Çünkü derinlik dijitalde gereksiz bir veri artık. Derinlik kasıyor. Derinlik etkileşim düşürüyor. Derinlik, “skip” butonuna yakalanıyor.
Parmağın ekranın üzerinde akıyor. Yukarı doğru. Hep yukarı. Sanki kaydırdıkça bir yerlere yükselecekmişsin gibi. Oysa her kaydırma seni daha da aşağıya, daha da içeriye, daha da yalnızlığa doğru çekiyor. Evet, kaydırdıkça sosyal mecralarda yükseliyorsun ama ruhen batıyorsun. Tayland’da fillerin hortumuna sarıldın, Amsterdam’da bisikletle kitap fuarına gittin, Paris’te “Kierkegaard mı Camus mü?” tartışmasına yorum attın. Ama hâlâ buradasın. Aynı pijama, aynı yüz yastığı izi, aynı “yarın erken kalkacağım” yalanı. Ekran değişti, sen değişmedin. Çünkü çağımızda tek değişen şey arayüz, kalan her şey takılı kaldı.
Görünürsün ama görünürlük artık bir lanet. Herkes seni görüyor ama kimse seni fark etmiyor. Story’de bir gülücük, gerçek hayatta bir gölgede kalmışlık. Takip ediliyorsun ama kimse sormuyor: “Gerçekten nasılsın?”. Çünkü artık “nasılsın” sormak, çok kişisel bir şey. Rahatsız edici. Etiketi yok, sticker’ı yok. İnsanlık tarihinde ilk defa bu kadar iletişim kurup bu kadar az temas ettiğimiz bir dönemdeyiz. İletişimin çığrından çıktığı, içeriğin hiçbir şey anlatmadığı, herkesin birbiriyle konuştuğu ama kimsenin birbirini dinlemediği, bir devrimin tam ortasında… Ama kimsenin devrimde olduğunun farkında bile olmadığı bir çağdayız. Kalabalığın içinde yok olmak yetmiyormuş gibi bir de üstüne “görünürlük” baskısı yiyoruz. Story’de varsın ama birinin aklında yoksun. Algoritma seni ön plana çıkarıyor ama kimse seni hatırlamıyor.
Yalnızlık da artık yalnız yaşanmıyor. Paylaşılmadık yalnızlık, yalnızlık sayılmıyor. Estetik bir yalnızlık paketine sarılıp sunulmadıkça, duygunun değeri yok. Bir mum, bir kitap, bir fincan kahve… Ve işte “Yalnız kalmak da güzeldir” başlığıyla hazır story içeriği. Filtreyi geçirmezsen duygu geçerli sayılmıyor. Yalnızlık bile sosyal medyada kolektif onaydan geçmek zorunda. Sessizlik bir tehdit. Hemen müzik açıyoruz, podcast indiriyoruz, YouTube’da “focus for anxiety” yazıp kafamıza jazz yüklüyoruz. Çünkü sessizlikle baş başa kalınca iç sesimiz çıkıyor ortaya. Ve iç ses, bugüne kadar duyduğumuz en tatsız ses olabilir. Kendi düşüncelerimizle tek başına kalmak, artık bir tür korku tüneli deneyimi.
Ve beyin… Âh o zavallı beyin… Önceden fikir üretirdi, şimdi içerik tüketiyor. Sabah ekranla uyanıyor, gün boyu ekranla yaşıyor, gece yine ekranla uyuyor. Şarj kablosuna bağlı bir ruh gibi. Gün içinde 14 kez TikTok, 7 kez Instagram, 4 kez WhatsApp, 3 kez Google araması, 2 kez “bu videonun devamı neydi ya?” paniği. Bu kadar bildirimle çalışan başka bir sistem olsa, çoktan çökerdi. Zihin artık bir alışveriş sepeti: İçine atılmış düşünceler, başıboş hisler ve indirime girmiş dikkat kalıntıları.
Odaklanmak artık tarih öncesi bir yetenek. YouTube’da 8 dakikalık videonun ilk 30 saniyesini izleyip “çok uzun” diye bırakan bir nesiliz. Dikkat aralığımız 8 saniye. Altınbalıkbizden bir saniye önde. Düşünmek uzun geliyor. Zaten algoritma senin yerine düşünüyor. Ne izleyeceğini, ne hissedeceğini, neyi beğeneceğini söylüyor. Özgürlük neydi? Artık özgürlük, “for you” sekmesinde önüne sunulan 47 videodan birini seçme illüzyonundan ibaret.
Ve tüm bunlar olurken, hâlâ “neden bu kadar yorgunum” diye soruyorsun. Çünkü gözlerin değil, zihnin bitap. Sürekli uyarılmak, sürekli yenilik görmek, her saniye bir içerikle karşılaşmak… Beyin bunlara hazır değil. Beyin, çay demleyecek kadar sakinliğe ihtiyaç duyar. Bizse her gün espresso shot gibi içeriklerle beynimizi şokluyoruz. Sonra “niye uykum bölünüyor” diye merak ediyoruz. Cevap basit: Uyumuyorsun, ekran karşısında bayılıyorsun.
Instagram’da yedi yüz takipçin var ama grip olduğunda kimse aramıyor. DM kutun dolu ama evde tek başınasın. Fotoğrafın bin beğeni alıyor ama kimse sesini duymuyor. Çünkü herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor. Ve biz bu çürümeye “modernlik” diyoruz. Harvard verileri açık: Sürekli ekran kullanan insanlarda dikkat dağınıklığı, uyku problemi, sosyal güvensizlik tavan yapmış. Ama merak etme, buna da bir filtre buluruz. Adına “kişisel gelişim” deriz, “wellness” deriz, meditasyon fon müziği koyarız, olur biter.
“Dijital detoks” lafı geçtiğinde titriyorsun çünkü ekran artık ihtiyaç değil; varoluş biçimi. Kimliğimiz ekranla tanımlanıyor. Pasaport değil, Instagram bio’su daha çok şey söylüyor. Nereli olduğundan çok “kitapsever, kahve düşkünü, serbest ruh” yazıyor olman önemli. Ve artık kimse kendini anlatmıyor; herkes bir cümlelik slogan tasarlıyor. İfade yok, içerik var. Anlam yok, gösteri var. İnsan yok, izlenme var.
Ve işin en acıklı kısmı şu: Bütün bu gösterinin içinde bir tek sen yoksun. Herkesin seni gördüğü yerde sen kendine körsün. Kendine şu soruyu sormuyorsun bile: “Gerçekten burada mıyım?”. Çünkü sorsan, durman gerekir. Ama senin durmaya vaktin yok. Yeni içerikler var. Yeni bildirimler. Yeni reels’ler. Oysa durmak, insanı insana çeviren tek hareket. Ve biz artık durmayı değil, sadece kaydırmayı biliyoruz.
Bu yazı belki bir şeyi değiştirmeyecek. Yine sabah uyanır uyanmaz ekranını açacaksın. Belki bu yazıyı bile kaydıracaksın. Ama belki… Sadece belki… Bir an duracaksın. Ve içinden şu geçecek: “Gerçekten burada mıyım? Gerçekten ben miyim?”. Çünkü biz, ışıklar altında yalnız biri olmaktan fazlasıyız. Ama ekran, sana sadece bunu hatırlatıyor: Görülmek istiyorsan kaydır. Gerçek olmak istiyorsan, kapan.
Devam edecek…
Görsel: Pouya Fayazi