III.
Siber Nefis Terbiyesi
“Öfkemdi başlattı yolu
ısrara gerek var deyip durdu şehvetim”
İsmet Özel
Yitirmeden anlamaz mı insan o eski Türk sanat müziğindeki gibi? Kaç gün oldu gitmedim. Yitirmenin eşiğindeyim. Bilmiyorum belki de ben yitiyorumdur. Ne olacak? Ölüm haberini aldığımda başımı battaniyenin altına gömüp ağlayacak mıyım? Şüphesiz bu deney olmasaydı cenazesine bile gitmezdim. Ne yaptı bana daha doğrusu ne yapmadı? Çocukluğumu yoluna serdim onun ne yaparsam yapayım bir çıkar yol bırakmadı bana. Hep aksiydi. Ne yapsam icat çıkarma dedi. Yalan yok. Öyle yapmasaydı şu an bu yazılım sistemimi kuramazdım. Şu anda yatıyor. Her gün bir bakıcı kadın altından alıyor. Annem zaten küs gitti. Öfkeliyim. Annemi o öldürdü. Adım adım. Her gündüzü geceye katarak. Kimseye sezdirmeden. Annem öldüğünde ilk yaptığım şey koşarak karakola gitmek olmuştu. Koştum koştum şehrin öteki ucundan gelene o adam gibi. Hakikati haykırmalıydım. Dedim “Babam annemi öldürdü,”. Anlamadılar 15 yaşındaydım. Reşitliğe pek bir şey kalmamıştı. Annemden sonra zindana dönen evde beş yıl revir arkadaşı olduk babamla. Bir kez bile baba demedim. Öncesinde annemin hatırına dedim de ne olmuştu sanki? Çok iyi bildiğim bir duygudan, öfkeden delik deşik olmuş gri eşofman takımlı, sigara kokan beden kılıfımı dolaba yerleştirdim.
3. BEDEN KILIFI DENEMESİ-NEFSİMÜLHEME
Bugün üçüncü günüm.
Saat 04.42. Birazdan terbiye aşamasının değişim döngüsü başlayacak. Üzerinde çalışmam gereken, düşünmem gereken duygular var. Çünkü yaşadığım hayat ile inandığım hayat birbirine uymayınca deney zorlaşıyor. Sıyırıyorum beden kılıfımı bir boyayı zeminden söker gibi, bir yanık tenin büyük parçalar halinde soyulması gibi. Kolumda yoğun bir kaşıntı hissediyorum. Kollarım, bacaklarım… Aynaya baktığımda her yerim boynum bile kızarmış, kaşıdığım yerler pul puldökülüyor. Ne olabilir ne olabilir. Neyi yanlış yaptım da nefsimülheme kılıfı böyle bir tepki verdi? Kılıftaki delikleri anlıyorum onlar öfkeden olmalı. Öfke ateşiyle yanan tenim ilk defa kılıfa zarar vermiş. Genelde kılıf tenime müdahale ederdi zarar verirdi. Bu sefer öfkemin gücü bunu yapmış. Kılıf kendini cildimden sıyırmak istemiş, çabaladıkça tahriş etmiş cildimi, bir de bir sıvı salgılamış olmalı, vücudumda yapışkan bir his var, aşırı yoğun kremlenmişim gibi. Yağlıydım. En kızarık, kabarık, yağlı, pullu yerimden kulak çubuğuyla örnek alıyordum. Bilemiyordum. Her şeyi kitabına uygun yapmıştım aslında nereden çıktı bu? Göreceğiz.
Kaşıntı ve yanma hissi haricinde hafiflemiş gibi hissettim kendi pijamalarımı giydiğimde. Omuzlarım o kadar rahatlamıştı ki sanki bugün yıllardır taşıdığım bütün yükler babamla helalleştikten sonra toz olup uçtu. Önemli olan onun hakkını helal etmesi değildi benim ondan bunu isteyebilmem onu affedebilmemdi. Artık onun heyulası olmayacaktı hayatımda. O artık sadece hasta bir yaşlı adamdı. Bir de babamdı. Katil, zalim, manipülatif… Hiçbiri değildi artık. İyi ki diyorum şimdi iyi ki bu deneyin içindeydim. Bu imtihanda olma bilinci umarım deneyden sonra da devam ederdi.
Terbiyesi aşaması 3
(YÜKLENİYOR)
📍3. GÜN: NEFSİMÜLHEME
Deney Saati: 04.50
Kılıf Durumu: Hasarlı, Delinmiş
Risk Seviyesi: Yüksek
Hasar: Kaşıntı, kızarıklık, pullanma, yağlanma
Kotarılan duygular: öfke, gurur, gizli kibir
Panzehir: eSabır, oneDirayet, T-vazu
Mikroskopta kulak çubuğundaki numuneyi inceliyorum. Öfke çıkarsa şaşırmayacağım. Evet çok öfkelenmiştim bugün fakat bu bambaşka bir duygu olmalı. Adını koymakta zorlandıklarımızdan ya da hiç farkında olmadıklarımızdan. Bu yüzyıllardır bilge kişilerin lanetlediği bir duyguya benziyor. Fakat emin olamıyorum. Daha doğrusu hangi duygu olduğunu bulsam da bu işime yaramaz. Ben bu duyguyu nerede yoğun yaşadım bugün onu tespit etmem gerekiyor.
Kafamdaki günlük tek kullanımlık SD kartımı Big Data’yla eşleştiriyorum. Veriler aktarılıyor. Bu iyi. Ardından kulak çubuğunu bir mikrodalga fırını mutasyona uğratarak tasarladığım Semâ’ya koyuyorum. Numune döne döne yavaşça bir form alıyor. Semâ’ya bunu öğrettim. Verdiğim organizmaları, onları temsil edecek en iyi forma çeviriyor. Bunu genellikle bir küre şeklinde yapıyor. Kendi yorumu. Verileri Big Data’dan alıyor. O da benden alıyor tabii. Organizma dönüyor dönüyor dönüyor, 10 dakikaya ayarlı Semâ’ nın başında dikiliyor, dönüşünü ve dönüşümünü seyrediyorum. Nihayet bir tink sesiyle küre hazırlanıyor. Aslında beden kılıfının tepki vermesi yani birtakım uyumsuzlukların olması bir yandan iyi bir şey. Çünkü bir deneyde her şey mükemmel ve sorunsuz giderse aslında hiçbir yeni veri elde etmemiş olursunuz. Tabii benim hedefim mükemmelen bu işi tamamlamak ama ne zararı var ki? Şu anda elimde GİZLİ KİBİR duygusunun mücessem hâlini tutuyorum. Onu tabii ki bu deney için yaptırdığım dolaptaki duygular kısmına yerleştiriyorum. Qibir etiketini yapıştırıyorum üstüne. Bu duygu üzerine çalışmam gerekiyor. Yatsı namazı ölçümlerimden fiziksel olarak canım yandığı için iyi sonuçlar çıkmıyor. Eğer qibir duygusuna çalışmazsam bir sonraki nefs mertebesinin kılıfı bedenime tam olmaz ve Allah korusun herkes ben de bir terslik olduğunu anlar.
Nihayet bugün olan her şeyin filmi hazır. O kadar yorgunum ki oturup izleyemiyorum ekrandan. Görüntü aygıtı olan gözlüğümü takıp uzanıyorum laboratuvardaki koltuğa. Bir gören olsa yakıcı güneşin altında şezlonga uzanmış siesta yapıyorum zanneder. Olanlar yansıyor camlarımdan ve “Baba Kompleksi” adlı filmimi izliyorum enikonu.
3. GÜN
Kapıyı Özbek abla açtı. Hey gidinin Aziz Bey! Sen çalınan bir kapıyı bile açamayacak mıydın? Hiçbir gün olsun bunu düşündün mü acaba? Not aldım. Diyanet İşlerine satabileceğim bir icat olabilirdi. Yas tutan insanlardan alınan verilerle hayattaki birine “ölürsen ne olur?” temalı görüntü aygıtı olan gözlükleriyle izletilebilirdi. Kişiselleştirilmiş görüntülerle tabii. İnsanlar en azından bu dünyadaki hesapları için kendilerini hesaba çekerlerdi. Neyse ne. Babamı düşünmemek için her şeyi düşünüyordum. İcat bile çıkarmıştım!
Salona girdim. Hasta evlerinde salonlar artık hastalarındır. Yatak odaları kullanılmaz olur. Hastalar evin tam merkezinde, yaşamın döndüğü yerde yatar. Burada da öyle olmuş babam hasta yatağını yerden camlı pencerenin yanına yaslamıştı. Yattığı yerde sokakta olup bitenleri seyrediyordu öksürerek geldiğimi belli ettiğim de.
Hiçbir şey demedim. Ben geldim baba, müsaadenle ağızların tadını kaçıran ölümü anmaya geldim.
Babam artık kimseyle konuşmuyordu. Bu o kadar sinir bozucuydu ki birkaç kere mecburen doktora götürmem gerektiğinde burnumdan getirmişti. Bunu da bana inat yaptığına eminim. Bağırıp çağırıp geçmişin hesabını soramayayım diye yapıyordu kesin. Bencil herif! Ah… Beden kılıfım ateş gibiydi. Özbek abla kahve ikramı yaparken bir şey galiba oldu sana, dedi. Yok yok dedim ateşim var biraz. Artık yüzüm yanmaktan nasıl kızardıysa… Aklıma çocukken yaşadığımız özellikle ben ergenken annemin yokluğunda yaşadıklarımız geldi.
“Baba sen beni hep küçümsedin,” diye başladım söze. “Sizin zamanınızda bağıran anneler varmış, döven babalar. Baba sen benim senden nefret etme sebebimi bile azımsadın. İlgilenmiyormuşsun peh! Bu neymiş ki siz neler görüp geçirmişsiniz,”.
Babamın çok kısa bir an istihzayla güldüğünü gördüğüme yemin edebilirim ama ispatlayamam. Konuşmak gerçi bu konuşmak sayılmazdı. Konuşmak yapısı gereği karşılıklı yapılan bir eylemdi. Kahvemi elime alıp bacak bacak üstüne attım. Bu en sinir olduğu şeymiş. Onların zamanında bu babaya karşı çok büyük bir hakaretmiş. Adı üstünde bizim zamanımızda değil. Anlatmaya devam ettim.
“Neticede meta-modernin sonlarına doğmuştum. Bunun için af dileyecek değilim!” diye bağırdım sonunda. Özbek abla ne oluyor diye yokladı bizi bir.
“Beni manipüle ettin. Her yaptığımın altında psikolojik bir sebep bularak beni alaşağı etmeye çalıştın. Dövseydin daha iyiydi baba! Niye dövmedin ya da bağırıp çağırmadın ki? Hapse girmekten mi korktun? Hiçbir zaman teşhisini koydurmadın ama sen o literatürde ebeveyn hastalığı olarak geçen narsisttin. Ve genelde erkeklerde görülür,”.
Hiçbir tepki yoktu. Başının altındaki yastıklardan birini alıp yüzüne bastırmak boğmak istiyordum onu. Kahveyi sehpaya bıraktım. Öne doğru kaykıldım ki sesimi iyice duysun ve ciddiyetimi iyice bellesin.
“Hayatımı mahvettin! Senin yüzünden sürekli birilerine yaranmaya ve yamanmaya çalışıyorum. Her şeyin müsebbibi olarak kendimi görüyorum. Hata yapınca dünya başıma yıkılıyor.
Bu… bu zamanda ne demek biliyor musun? Bu, bu zamanda resmen sosyal intihardır. Sen bunu ilk duyduğunda da benimle alay etmiştin. O neymiş öyle demiştin, adam dediğin adam gibi yekten intihar eder. Sosyal mosyal saçmalık,”.
İntihar kelimesini duyunca babam aniden bana döndü. Gözleri dolmuştu. Dokunsam ağlayacaktı. Bilerek buradan girmiştim konuya. Onu en zayıf yerinden, annemin ölümünden vurmak için. Bir adam gibi kendini yatak odasının tavanından sarkıtan annem… Canım benim.
Benim de gözlerim dolmuştu. Çatallı bir sesle “Dokunsam ağlayacaksın baba…” dedim. Ağlamaya başladı. Halbuki dokunmamıştım. Asla bunu yapmayacaktım. Tenim yanmaya başladı tekrar. İçimden bir ses elini öp belki de bu son görüşün diyordu. Zayıflamıştı iyice. Kırışıklıkları daha da belirgin olmuştu. Mecali yoktu bir yere bakmaya bile. İçimdeki sese kulak vermeliydim. Bir an şu an içinde bulunduğum deneyi tekrar hatırladım. Her anını imtihandaymış gibi yaşamak… Benim 7 günlük kaderim buydu.
Aslında babama teşekkür etmeliydim. O olmasaydı yaşıtlarımın kişisel gelişimcilere, yaşam koçlarına para vererek alışkanlığını edindiği şeyleri ben büyürken kazanmıştım. Babam beni bir 20. yüzyıl çocuğu gibi büyütmüştü. Araştırma yapmak dışında internete erişimim yoktu. Eski İnsan Türkçesiyle notlar alıyordum okulda. Görüntülerle iletişim kuran bir neslin içinde ayrıksı olduğumdan onlara yetişmek için türlü çeşit icat yapmıştım. Evde bulduğum nesneleri elimdeki teknolojiyle birleştirerek annemin hayatını kolaylaştıracak şeyleri üretmekle başladım ilk. Babam hiçbir zaman beğenmedi. Ben daha iyisi için çabaladım. Aslında iyi bir şey yapmıştı. Geleneksel olanla yeniyi birleştiriyordum. Yani icatlarım mutlaka somut olarak işe yarar şeyler oluyordu. Beden kılıfım soğuk soğuk üfleyen klima etkisi yaptı. Biraz olsun rahatladım. Kim bilir vücudumda ne izler oluşmuştur.
Babam çok derinden, ciğerleri ağzından çıkacak gibi öksürmeye başladı. Koşarak mutfağa gittim. Özbek abla telefonla konuşuyordu. Büyük bir bardak su götürdüm. Hani dokunmayacaktım? Sırtına destek veren suyu içmesini sağlayan bu el kimin Kemal?
Çok kısık ve kesik bir ses yankılandı odada:
“Sağ olasın oğlum…Sağ olasın… Sağ olasın…”
Elimde su öylece bakakaldım.
Baba bana biraz yardım et sana babacığım diyebileyim baba bana güzel hatıramdaki gibi bak baba Allah aşkına bana yardım et bu beni mahveden öfkem dinsin bu tortu kalksın dibime çöken beni dibe çeken bana o en güzel hatıramdaki gülüşünle bak bak bak ki azad olayım artık yoksa beni boğacak bu geri gideceğim öfkeyle kalkacağım bu koltuktan ama elimde hiçbir şey kalmayacak zarar bile yanaşmayacak baba baba bi bak ki senin hesap defterini kapatabileyim bu dünyadaki sen de rahatlarsın belki.
Ne yapmalıydım bilmiyordum. Babam yıllar sonra ilk defa konuşmuştu. Hem de benimle. Ağlamak üzereydim. Anlamıyordum. Neden, neden, neden. Ölme baba n’olur ben biraz daha birinin çocuğu olayım. Ölme baba henüz hazır değilim. O an güzel hatıralar geldi gözümün önüne. Babamın saçımı okşayışı, bana oğlum diye seslenişi…Bu babta put yapan babasına saygıyla yaklaşan İbrahim prototipinden güç alarak konuştum:
“Babacığım… Sen olmasaydın ben bugün bu kadar üretken olmazdım. Babacığım… Bana hakkını helal eder misin?”
Devam edecek…