IV.
Dijital Şizofreni
Bir zamanlar insanlar “ayıplanırım” diye susardı. Susmanın bile bir vakar hâli vardı. Sessizlik sadece korkudan değil, görgüdendi. Bir şeyin söylenmemesi onun önemini azaltmazdı; aksine büyütürdü. Çünkü bazen lafı eğip bükmeden içine gömmek, karakter göstergesiydi. Ayıplanma korkusu, insanı terbiye ederdi. Şimdi ise… Şimdi insanlar “gıpta edilmem” diye susuyor. “Kıskanılmazsam neden var olayım?” sorusu dolaşıyor insanların bakışında.
Artık kimse unutulmaktan korkmuyor. Artık herkes görülmemekten korkuyor.
Sadece fiziksel olarak değil; dijital olarak da görünmek zorundayız. Sokağa çıkmak için değil, story atmak için hazırlanıyoruz. Görünmek için yaşanıyor, yaşamak için içerik üretiliyor. Artık kimse günlük tutmuyor, çünkü her an zaten halka açık bir performans. Oysa günlüğe yazmak içindi, story’e yazmak için değil.
Bu çağda mutluluğun bile ispatı gerekiyor. Gülümsemenin yetmediği, kahkahanın belgelenmesi gerektiği bir çağdayız. Duygular kanıtsızsa şüphe doğuruyor. Storyatmayan mutsuz sayılıyor. Story’si izlenmeyen görünmez sayılıyor. Ve görünmeyen… Artık gerçekten yok.
Herkesin evi minimal, hayatı maksimal. Çocuklar üstün zekâlı, eşler ilişki terapistine sadık, tatiller Ege ama sunumu Bali. Balkonlar manzaralı, kahveler üçüncü dalga, iç huzur ise nerede belli değil. Herkes çok “anda,” ama kimse o anda değil. Herkes çok “bilinçli,” ama kimse kendini bilmiyor.
Amerikalı sosyolog Sherry Turkle, bu çağın bireyini “bağlı ama yalnız” diye tanımlar. Ve bu yalnızlık artık romantize ediliyor. “Yalnızlığımla barışığım” diyenler, aslında sinyal zayıfken dahi Wi-Fi arayanlar. Gerçek bağların yerini dijital bağlantılar aldı. Kalp kırıkları “uçak moduna” alınıyor, ruh hâli profil fotoğrafıyla ifade ediliyor.
Duygular artık içerik planlamasının parçası. Üzüldün mü? Önce loş bir ışık. Ağladın mı? Gözyaşı akmadan önce açıyı ayarla. Mutluysan zaten filtre bellidir. Artık insanlar hissetmeyi değil, hissediyormuş gibi görünmeyi hedefliyor. Çünkü performans, duygunun yerini aldı.
Snapchat dismorfisi bunun en klinik örneği. İnsanlar artık aynada değil, ekranda kendini tanıyor. Gerçek yüzünü yetersiz buluyor. Estetik, artık güzelleşmek değil; tanınmak, kabul görmek, hatta sevilmek için yapılıyor. Türkiye’de estetik yaşının 13’e düştüğü söyleniyor. Bu, yalnızca fiziksel bir mesele değil; bu, “Ben yetmiyorum” cümlesinin bıçakla çizilmiş hâli.
Estetik bir düzeltme değil bu; var olma hakkını yeniden tasarlama girişimi. Çünkü artık görünmek, olmak anlamına geliyor. O yüzden kimse maskesiz dışarı çıkmak istemiyor. Maskelerimiz artık sadece fiziksel değil; dijital, duygusal ve kültürel. Ve bu maskeler düşmeden hiçbir bağ gerçek değil.
Fransız düşünür Jean Baudrillard şöyle diyor: “Gerçekliğin yerini simülasyon aldı,”. Bu söz artık aforizma değil, yaşam biçimi. Hepimiz simülasyon içindeyiz. Gerçekliği değil, gerçekliğin versiyonunu yaşıyoruz. Ağladığımızda bile estetik durmamız bekleniyor. Duygular bile Instagram algoritmasına göre optimize edilmeli. “Ağlıyorum ama güzel ağlıyorum” hâli revaçta. Çünkü story’de çirkin gözyaşı akıtmak, hem etikete hem estetikeaykırı.
Günümüzde insanlar yalnızca yaşadıklarını değil, yaşayacaklarını da story formatında tasarlıyor. Bir yere gitmeden önce nasıl paylaşacağını düşünüyorsan, aslında yaşamıyorsun. Yaşadığını oynuyorsun. Herkes bir şeyin başrolü; ama senaryo dışarıdan geliyor. Duygular önceden yazılmış, final zaten tahmin edilebilir.
Artık paylaşım, bir saklama biçimi oldu. Story attığın an değil; story atmadan yaşadığın an artık özel. Çünkü story bir kurgu. Gözün içine bakarak söylenmeyen cümleler, yorumlarda “canımsın” etiketiyle geçiştiriliyor. Ve içimizdeki yalnızlık, her yeni paylaşımda daha da büyüyor. Çünkü ne kadar çok paylaşıyorsak, o kadar az anlatabiliyoruz.
Bir şeyleri paylaşmak, artık bir şeylerden saklanmak anlamına geliyor. Çünkü kendini en iyi sakladığın yer, en çok göründüğün yer hâline geldi. Story’lerimiz vitrinken, içimizdeki depolar karanlık. Gülümsemek zorunlu, çünkü algoritmalar yüz ifadesine duyarlı. Ağladığında bile doğru etiketi seçmelisin: #güçlükadın #dahaazdahaçok #iyikiben.
Ama gerçeklik, story’e sığmaz. Sığsa bile yalan olur. Çünkü gerçek duygu bulanıktır, dağınıktır, çoğu zaman paylaşmaya bile değmez. Ama çağımız bunu affetmez. Paylaşmayanı “ilgi yoksunu,” sessiz kalanı “etkisiz” ilan eder.
Bu noktada yalnızca sosyal medya değil, medya da bu gösterinin bir parçası hâline gelir. Televizyon bile storyformatında çalışır. Haberlerin rengi, içeriğinden önemlidir. Müzikler duygudan hızlı, haberler gerçeklikten yoksun olur. Çünkü gösteri ruhu, her şeye sirayet etmiştir artık. En son ne zaman bir şeye gerçekten şaşırdık? Belki de hiçbir zaman. Çünkü gösteri her şeydir. O yüzden dikkat çeken kazanır, derinleşen unutulur.
Peki bu balonun dışında kalmak mümkün mü?
Zor. Ama imkânsız değil. Herkes sahnede dans ederken sahneden inmek cesaret ister. Filtreyi kaldırmak, sadece yüzünü değil; yıllardır bastırdığın acıları da ortaya çıkarır. Story atmamak, varlığını paylaşmamak… Bir tür dijital inziva gibidir. Ama belki de iyileşme tam da orada başlar. Göz görmek story izlemekten değerlidir. Duyguları birine aktarmak, onları filtrelemekten daha iyileştiricidir.
Gerçek bağlar, dijital sinyallerle kurulmaz. Wi-Fi çekmeyebilir ama göz teması her zaman çalışır. Bir “görülmek” arzusu var içimizde ama çoğumuz, sadece görünürüz. Görülmek başka, görünür olmak başka. Görünür olmak performans gerektirir. Görülmek ise samimiyet ister. Ve samimiyet, bu çağda en pahalı para birimidir.
Ve en önemlisi: Her duygu sahneye çıkmak zorunda değildir. Her mutluluk paylaşılmaz. Her acı görselleştirilmez. Her an anlam yüklenmek zorunda değildir. Bazı anlar sadece yaşanır. Sessizce. Kalabalıksız. Filtreye gerek kalmadan.
Belki de artık görülmek değil, görmek daha değerlidir. Kendini görmek. Yüzünü, maskenin altından. İçini, ışığın dışına taşmadan.
Ve ben bu satırları, gülümsemekten yorulmuş, iyiymiş gibi yapmaktan bitap düşmüş, her gün bir story’ye daha çok sıkışan insanlar için yazıyorum.
Çünkü bazen en sağlıklı şey, mutsuzluğunu kabul etmektir. Bu bir zayıflık değil, bu bir direniştir. Bu çağın sahte ışıklarına karşı kendine dönmektir. Bu bir öz-fısıltıdır. Bir iç aynadır. Bir durak yeridir.
Ve o şarkı geliyor yine akla:
“Tak etti canıma bu maskeli balo…
Maskeli balo ve onun sahte yüzleri…”
Ben artık dans etmek istemiyorum.
Sen de istemiyorsan…
Maskeni çıkar.
Gerçek yüzünü yalnızca başkalarına değil — kendine de göster.
Çünkü iyileşmek, sahneden inmekle başlar.
Ve en gerçek cümle şudur:
“Ben görünüyor muyum, yoksa gerçekten buradayım?”
Devam edecek…
Görsel: Pouya Fayazi