Amerikalı yazar Samuel Huntington, dünyada olduğu kadar ülkemizde de şöhret kazanmış oluşunu, Medeniyetler Çatışması teorisine borçludur. İsmet Özel, Kalın Türk kitabının ilk bölümünde bu teoriyi uzun uzadıya tartışıyor. Özel, bu teoriye temelden itiraz ederken onun yerine başka bir fikir öneriyor ve Huntington’un bu teoriyi ortaya atmaktaki niyetini sorguluyor. Bense bu yazıda, mezkûr teori üzerine İsmet Özel’in yazdıklarından hareket ederek milli varlığın bu teoriksel çerçeve içerisinde nerede durduğuna bakmaya çalışacağım. Bunu yaparken hem Özel’in niyetini yani varmak istediği yeri sorgulayacağım hem de Türkiye’nin mürekkep yalamış kimseleri olma iddiasındaki bizlere çuvaldız batıracak, yapıp ettiklerimiz ve durduğumuz pozisyon açısından tenimize batan çuvaldızın acısına dayanma kabiliyetimizi sınayacağım.
Huntington’un medeniyetleri: Batı, Ortodoks, Latin, İslam, Çin (konfüçyusçu), Japon, Hint ve Sahra altı Afrika olarak sıralanabilir. Söz konusu medeniyetlerin kendine ait hususiyetleri olduğu ve her birinin diğerine karşı özgünlüğünü korumak adına bir çatışma zeminine sürüklenmesi, Huntington’un teorisinin merkezini oluşturur, diyebiliriz.
İsmet Özel, medeniyetler çatışması teorisinin doğru olmadığını iddia ediyor. Yalnızca denetleyen ve denetlenen ülkeler olduğunu savunuyor. Özel’e göre, medeniyet olarak bugün dünyada ancak Batı medeniyetinden söz edilebilir. Nitekim sayılan diğer medeniyetler olsa olsa ancak ölü medeniyetler olabilir. Bugün tüm dünya Batılı bir anlayışa öykünerek dünya üzerinde bir varlık sahası işgal etmeye çalışmakta. İhtiyacımız olan şey İslam medeniyeti gibi bir şey değil İslam kültürünü canlandırmaktır. Kabaca özetlemeye çalıştığımız bu iddiasını İsmet Özel; yaptığı medeniyet tanımına dayandırıyor. Şöyle ki: Medeniyet inşası; teorik bir çerçeve inşa etmeyi gerektirir. Teorik çerçeve inşası da kültürü dondurur, böylelikle yeni bir şey üretilemez hale gelir. Örneğin; teorik çerçeve inşası tamamlanmış bir İslam medeniyeti; odağını bütünüyle alkollü mekanların kapanmasında sabitler. Nitekim teoriye göre alkollü mekanların İslam medeniyetinde yeri olamaz. Fakat alkollü bir mekandan çıkan ve sarhoş halde yere düşen, yaralanan birini gördüğümüzde bir müslüman olarak ne yapmalıyız? Elbette yardım etmeliyiz değil mi? Oysa az önce bahsettiğimiz teorik çerçeve bizi bu yardımdan alıkoyar. Çünkü pratiğin teoriye hizmet etmesi medeniyet bağlamında kaçınılmazdır. Alkollü olsa da olmasa da yolda kalmış birine yardım etmekse dinin emridir. Çünkü Kuran, yolda kalmışlara ayırt etmeden yardım edilmesini buyurur. Teorizasyon bir tür acımasızlığı beraberinde getirir. Pratik, teoriye uymak zorundadır. Teorize edilmiş bir kültür, dondurularak medeniyet seviyesine taşınır. Donduğu noktada da kendi mevcudiyetini her defasında yeniden üretebilmek adına bir tür makineleşmiş davranışlara ihtiyaç duyar. Yani merhamete yer bırakmaz.
Özel, Batının aynı kandırmacayı Sovyet bloğu üzerinden yaptığını da iddia eder. Demir perdenin, ikinci dünya savaşından sonra aslında sahici bir çatışma alanı yaratmadığını, Batı medeniyetinin, bu yapay çatışma sahasına bir müddet ihtiyaç duyduğu için onunla ihtiyaç duyduğu müddet kadar ‘soğuk’ bir ilişki kurduğunu söyler. Özel’in bu noktada, Huntington’un niyetini iyiden iyiye sorguladığını görüyorum. Medeniyetler çatışması teorisi ile varılmak istenen nokta nedir? Batı medeniyetinin tahakkümünü bütünüyle dünya üzerine yerleştirmek mi? Yoksa var olanı çözümlemek mi? Bu noktada Özel, kendi bakış açısını yani milli varlığın güçlü şekilde tesis edilebilmesinin imkanını ortaya çıkartmak adına medeniyetler çatışmasını mevzu ediniyor. Batının bizi sürüklemek istediği zemine yani asla kazanamayacağımız bir savaşa atılmamıza, bu yolla tarihin bilinmeyen uzaklıktaki karanlık noktalarına dek manda ve himaye altında bırakılmamıza olanak sağlanmaya çalışıldığına dikkat çekiyor.
Huntington, medeniyetler çatışması olacağına dair 6 tez ileri sürer:
1) Medeniyetler arasında temel farklar vardır. Bu farklılıklar da medeniyetleri çatışmaya sürükleyecektir.
2) Küçülen dünyada kültürler birbirine benzeşiyor. Bu benzeşme de medeniyetler arasındaki ana farkları belirginleştiriyor. Fark edilen bu belirginleşme de çatışmaya zemin hazırlıyor.
3) Hayatın pratik akışı tüm dünyada bir standardizasyon yaratıyor. Günlük hayattaki bu benzeşme de insanların medeniyetlere sığınma yoluyla farklılıklarına sarılmasına sebep oluyor. Farklılıkların, yani kutuplaşmanın artması da çatışmaya zemin hazırlıyor.
4) Batılılaşma çabaları, özellikle aydın kesim üzerinden kökenlerin sorgulanışına sebep oldu. Kökenlerini sorgulayan insanlar da ait olduklarını keşfettikleri medeniyete daha fazla sarıldı/sarılacak. Bu ayrışma da medeniyetler çatışmasına zemin hazırlıyor.
5) Kültürel farklılıklar, insanlar arasında daha çok konuşulur oldu. İnsanların gündemi, kültürel farklılıklar oldu. Haliyle farklılıkların deşilmesi, çatışmaya zemin hazırlıyor.
6) Ekonomik bloklaşma. Her medeniyetin kendi içinde bir ekonomik pazar kurması, çatışmaya bir başka zemin daha hazırlıyor.
Özel, her bir tezi tek tek ele alıp karşı fikirler üretiyor, oralara girmeyeceğim, meraklısı ayrıntılarını kitapta zaten bulur. Bu yazı adına ilgi çekici olan, zihnimi sürekli kurcalayan milli varlık meselesine buradan ne cihette yaklaşabileceğimizdir. Resulullah’ın sünnetine uymaya çabalamak, bir kültür inşa sürecinde bize yol gösterecek yegâne pusuladır, diyor Özel. Bir medeniyet inşa etme hevesi, bizzat Batı’nın teorize ettiği ve yukarıda sözünü ettiğimiz çatışma zemininin oluşturularak dünya üzerindeki denetimin artırılmasına yarar sağlar. Dünyayı bir medeniyetler çatışması zeminine çekmek, oyunun kurallarını yani küresel finans ekonomisinin geçerliliğini, hegamonyasının temeli haline getirmiş olan Batının işine yarayacaktır. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamı ise, medeniyetlerin çatışması da ancak Batının küresel finans ekonomisinin devam etmesi ve tüm dünyayı avucunun içinde tutması hedefine hizmet edecektir. Oysa ihtiyacımız olan medeniyetlerin çatışması değil küresel finans ekonomisinin Türk topraklarından atılmasıdır. Bunun için de milli pazar kurma hedefinin tüm siyasetimizin belirleyici noktası haline getirilmesidir. Yani Türkiye’nin temel ihtiyaç maddeleri ve metalar noktasında kendi ayakları üzerinde durması, eğitim, sağlık, savunma gibi alanlarda tam bağımsız bir politika belirleyebilmesi, kendi denizlerinde bütünüyle tekil bir siyaset inşa edebilmesi, bu yolla hayatiyet arz eden tüm çatışma alanlarında milli varlığını koruyabilecek bir pozisyona kavuşabilmesi.
Milli Varlığın Tesisinde Elit Zümre
Türkiye’nin tümüyle bağımsız bir pozisyona ulaşabilmesi için ihtiyaç duyduğu en önemli etkenlerden biri; 100 yıl önce olduğu gibi müdafaa-i hukuk safında yer alacak bir aydın zümresidir. Fakat bugün elimizde bu zümreden çok daha fazla milli varlığa zararlı cemiyetler safında duran okumuşlar bulunuyor. Almanya’da, Fransa’da bizim kadar vatan haini çıkmadığını söylemek mümkün. Hitler’in işgali sırasında Fransa’da direnişi önce Fransız komünistleri örgütlemişti. Benzer bir durumu diğer Avrupa ülkelerinde de görebiliriz, Yunanistan vs gibi. Bizdeyse vatan haini olmak el üstünde tutulan bir şey. Vatan hainliği derken neyi kast ettiğimizi hamasete düşmeden biraz açmamız lazım. Vatan hainliği, temelde milli varlığın aleyhinde iş tutmak manasına gelir. Milli varlığın aleyhinde olmadığı müddetçe tutulan yolun, inanılan fikirlerin, konuşulan sözlerin ne kadar radikal olursa olsun vatan hainliği olarak yaftalanmaması gerekir. Başkalarına iğne batırırken, çuvaldızı da kendimize batıracak olursak, söz konusu yaftalamanın insan teki olarak her birimizin yer yer düştüğü bir tuzak olduğu söylenebilir.
Allah göstermesin yarın 100 yıl önce olduğu gibi Anadolu işgale uğrasa, kimler direnişe geçer, kimler kaçar? Bu soru, benim en hakiki tornusol kağıdım. Radikal bulunan fikirleri sebebiyle vatan hainliğiyle suçlanan Nazım Hikmet’in, İstiklal Harbinde Ankara’ya geçip TBMM ile koordineli bir şekilde milli mücadele lehinde şiirler yazdığını kaç kişi biliyor? Örnekler çoğaltılabilir. Fakat mühim olan, bizlerin yani Türk milletinin ilelebet var olacağına dair bir utkuyu benimseyenlerin dinozorlaşmaktan arınabilmesidir. Milli varlığımızın devam edebilmesi uğruna direnmeyi göze alabilecek olanlarla bu ülkede bir şeyler yapılabilir. Okuyanlara soruyorum: Tek tek düşünün, isim isim, sizce kimler böyle bir durumda direnir kimler kaçar?
Batı Hegemonyasından Kurtulmanın Yolu
Bizde elitler/elitlik her zaman aşağılanır. Elitlik bizde, beyaz Türklükle karıştırılır. Elitlik derken, topluma zıt gitmeyi, lüks içinde yaşamayı ya da toplumun değerleri ne ise onun antisini kendine yol bellemiş bir züppeliği kast etmiyorum. Elit derken, daha önce tespit edip ayrıntılandırdığım, kavramsal kurucusu Charles Baudelaire olan ‘dandy’yi kast ediyorum. Dandy; bizi kendine maruz bırakmaya değil, kendini inşa etmeye odaklanmış kişidir. Bu açıdan, estetik zevklerini olanca geliştirme gayretinde olan, toplumla da bu perspektif üzerinden ilişki kuran, özüne karşı büyük bir saygıyla yaklaşan, dışarıdan bakanların kibirli bulacağı derecede hayatının öznesi olmayı kendine düstur edinmiş olan bir kişiliktir. Yazıda kullandığım elit kişi kavramı önce buna sonra buradan da müdafaa-i hukuk safında yer almaya denk düşer. Resulü Ekrem, elittir. Peygamberimiz, sarımsak kokan bir ağızla camiye gidip insanların rahatsız edilmemesini buyuracak kadar ‘dandy’, yani kişisel bakımına ve temizliğine özen gösteren biriydi. Sevdiklerine karşı son derece yumuşak yüzlüydü fakat, kendine yolundan dönmesi için makam teklif edenlere, bir elime ayı bir elime güneşi verseler yolumdan dönmem, diyecek kadar mağrur, katı ve mesafeliydi.
Türkiye’deki aydın sorunu meselesini uzun zamandır tartışıyorum. Yıllar öncesinde Türk edebiyatı mı Türkçe edebiyat mı gibi sözünü ettiğimiz elitizmden son derece uzak tartışmalara detaylı bir cevap vermiştim. Bu yazım Türklerin Öteki Kaderi adlı kitabımda bulunabilir. Milli varlığın devamlılığı ve Anadolu’nun Türk toprağı olarak kalmasını sağlayabilmek için (ki bu ikisi birbiriyle bütünleşmiş haldedir) aydın zümremizin adeta yeni baştan inşa edilmesi gerekir. Her alandaki estetik zevklerimizi yukarı çekebilecek niteliklere sahip aydınlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyacın en temelinde de Türkçe’yi hakkıyla kullanabilmek bulunuyor. Şeklin şuura tesir ettiği hakikatini, biraz hayat tecrübesi bulunan herkesin idrak etmiş olacağını varsayıyorum. Bu cihetle, Resulü Ekrem’den örneklendirdiğim şekle dair esasların, bugünün mürekkep yalamışlar zümresi olma iddiasındaki bizler tarafından birinci derecede önemsenmesi gerektiği kanaatindeyim. Bizler konuşurken güzel konuşmak, yürürken güzel yürümek, bir iş yaparken güzel yapmakla mükellefiz.
Yaşım gereği yetişebildiğim 90’lı yıllar ve 2000’li yıllar, Türkiye’de salaşlığın popüler olduğu bir dönemdi. Bu popülarite halen devam ediyor. Salaşlık bizde özensiz giyim, boşboğazlık, dikkatsiz davranış ve genel olarak kelimenin köküyle bir alakası olmayan ‘salmak, boşvermek’ manasıyla vücut buldu ve böyle bir nümune ortaya çıkarttı. Bu nümunenin özellikle mürekkep yalamış zümrede karşılık bulduğunu görüyoruz. Salaşlık, elit olması gereken zümremize bayağılık getirdi. Üstelik bu bayağılık aykırı olma, farklı davranma hatta sistem dışı duruş sergileme gibi bir davranış biçimi olarak benimsendi. Yere tükürmek, sokakları kirletmek değil medeniyeti kirletmek gibi pazarlandı. Oysa mürekkep yalamışlarımız, aydınlarımız; sistem dışı pozisyon alabilmeyi; salaşlık üzerinden bize kendilerini maruz bırakarak değil kendilerini inşa ederek sağlayabilirler. Mürekkep yalamışların ağzındaki kekremsi tat, mürekkebin tadını alamadığımızı gösteriyor. Oysa mürekkep, ruhumuzun suyu olma işlevine dönüşürse, ağzımızdaki kekremsilikten de kurtuluruz. Biz, yani mürekkep yalamışlar zümresi; kendimizi inşa etmeyi, milli varlığımızın daha güçlü bir şekilde tesis edilmesine bağlı kılarsak, o zaman nerede durmamız gerektiği konusunda daha fazla aydınlanabiliriz. Batı hegemonyasından kurtulmanın bir yolu varsa, o yol buradan geçiyor.