Şiirin işlevselliği kaçınılmaz bir kanıdır. Uçurum kenarındaki taştır. Bu hakikati reddetmek iki elin direği kavrayamaması, ayağın betona/toprağa basamaması ve ipin bağ olamamasına karşılık gelir. Mezkûr işlevsellik aynı zamanda evrenselliğe de kapı aralar. Yani bütün kâinat için geçerli bir yasadır, parti/oy/sandık fark etmeksizin… Varlığı domuz için de müptezel için de söz konusudur. İnkâr eden asılır! Kelimenin içindeki giz uzaya da gönderilebilir, cennet/cehennem kapısını da aralayabilir. [Şiir, kalabalığın içinde çarpılan bir kimseyi rahatsız etmektir.] Padişahı tahttan indirip bonsai içirtmek, doktora hastane duvarlarını yumruklatmak, üniversite sınavına hazırlanan ergenin uykusunu kaçırtmak, bir garsonun beyaz gömleğine vişne suyu döktürtmek, kahvede pinekleyen dayılara çakmağın ayarını fazladan açtırıp tütünden sararmış saçlarını / kaşlarını-kirpiklerini / sakallarını yaktırtmak, İstanbul trafiğinde kazaya sebep olmak, dalgınlığa-sersemliğe / kabızlığa-isale / apneye / depresyona vb. durumlara mahal vermek, hatta bir arıyı intiharın eşiğine sürüklemek; şiirinin birtakım işlevselliklerindendir. Uçağı düşüremese bile pilotun kafasını karıştırabilen şey, yazarın belki de okurun (Borges’in de dile getirdiği gibi birbirlerinden o kadar da uzak değillerdir.) tecrübelerine dayalı bir metafor inşa etmektedir. [“Demon-Krasi’ye Karşı Şiir” adlı makalesinde 1980 sonrası şiiri değerlendirirken İsmet Özel şöyle diyor: “Okuyucu olagelen, oluşan şiir ile değil, daha çok oluşumunu tamamlamış şiir verimleri ile bağlar kurabilmeye çabalıyor.”] Kelimede barınan büyü evrende tek bir nokta (.) olsa da yörüngeye, karadeliğe alan açmaktadır. Şayet bu söylemlerden bir çıkarım yapacaksak: İlk Cemal Süreya’nın “şiir geldi kelimeye dayandı” ifadesiyle başlayan ardından Ahmet Güntan’ın “şiir geldi kelimede boğuldu” deyişiyle devam eden geleneği; “şiir geldi büyüde giz’lendi” metaforuyla yenileyebiliriz. [Şiir, cep telefonuyla kulak arasındaki alandadır.] Şairler ise bir müphem olarak; İngiliz yazının ve Romantik Dönem’in en ünlü şairlerinden Shelley’nin ifade ettiği üzere “dünyanın onaylanmamış yasa koruyucuları” değillerdir fakat şu nokta kesindir ki George Oppen’ın son derece dahice karşı çıktığı gibi “ONAYLANMAMIŞ DÜNYANIN YASA KORUYUCULARIDIR”. Şairlerin gize karşı bir fetişi vardır, köşe bucakta saklanana ilgi duyarlar, ucu belirmemiş sivilceyi sıkmaya (patlatmaya) çalışırlar ve sesi olmayanlar [Körler, sağırlar birbirilerini ağırlar.]adına konuşurlar. Mesela bir şırınganın kana susuzluğunu dile getirebilirler, belki de taburenin üstüne oturan kişiye aşık oluşundan söz ederler. Gözleri ve kulakları daima açık, metropollerde ve esrarengiz ormanlarda dolaşır, konumlarında edindikleri tecrübeler hakkında hayranlık uyandırıcı içtenlik ve incelikle rapor verirler. Bu durum, bir çeşit kılıbıklık olarak da tasvir edilebilir. [Hanıma rapor vermek gerekir.] Eliot’ın öncülük ettiği gibi her sözcüğün bir zamanlar (Mallarmé’den aktarır) “kabilenin ağzını arıtırlar” ve olaya da imgeyi pürdikkat yaratarak olağanlık katarlar. Amerikan düşünür Emerson’ın öne sürdüğü üzere her sözcüğün bir zamanlar fotoğraf (resim) olduğunu belirlerler. [Şair, deneyimlerini kaydetmek için anın fotoğrafını çeker mi? Çekmez. Deklanşör yerine tetiğin yerini bilmeyi önemser. Esas olan da toplumu ‘kişi’ye uygulamaktır.] Şiirlerindeki sözcükleri soyut yapılarından somut köklerine geri rejenere ederek dili tazelerler. [“Uygun sözcüklerle asker nasıl da mutlu ölür” diye dile getirir ölümün değil yaşamın kuramcısı olan Wallace Stevens, aynı zamanda “Gerekirse ya da inançlı konuşmanın ekmeğini yiyerek yaşamını sürdürür.” diyerek şair tanımını kendi fikrince ortaya koyar.]
Şairler felsefeci, astronot yahut dindar, dilbilimci değildir. Bu sebeple de disiplinlerle kaynaşmış ayrıştırma yöntemleriyle ilişkileri yoktur ama sıklıkla dilin felsefi anlayışın maymuncuğu olduğunu öne sürerler. Her kapıyı açarlar lakin hırsız değil, diktatörlerdir. Bütün kâinatın sahibi onlardır, tapusu üzerlerinedir; ikametgahları karadelikte olsa bile… [Çünkü herkes sonsuz uykudadır, “şair” ise rüyaları…] Şiirin sözcükler ile nesneler (nicel, nitel/soyut, somut) arasında ilişkileri barındırdığına ve bu bağların ruhsal boyutunun varlığına bağnazlıkla inanırlar. Onlar için sözcükler bir nevi semboldür ve bu kanıya kolaylıkla varabildiklerinden dolayı saf anlamların ilerisinde bir ritme sahiptirler. Kolaya kaçmayan, tembellikten uzak noktaları işaret ederler ve bilinçdışı zihnin bam teline basarlar. [Şiirde anlam aramak beyhudedir. Anlam şiirde son varılan yerdedir. T. S. Eliot’ın ifadesiyle: “ne ölçüde ilkel anlatım ve beğeni aşamasında olursa olsun, şiirin işlevi, şairin, okurlarında salt aynı duyguları uyandırmasını sağlamak olamaz”] Bu durum, bütüne yansıyarak bir hayli fludur. Çoğu varlık (kişi) onlara, sahih yöne sürülen öğretiyi ima ederek “metafizik” dünyasına inanmaz. Bazılarıysa “akıl” ile “doğa” ya da “beden” ve “ecel” arasında ayrım yapılmasına izin vermez. Nihayetinde yirmi birinci yüzyılda “Arabesk”, “Platonik”, “Lirikben”, “Klişe” vb. ifadelerin modası geçmiştir, aslında evvelinde de bu vasat modanın sürdürülmemesi gerekirdi. Şiir, ne Müslüm Gürses konserinde kendini façalayan tiplere ne de -davranış biçimi olarak- lise ortamındaki ergenliğe (vb.) hizmet etmemelidir. Esasen bu bataklıktan kurtulmak herkesin boynunun borcudur. [Şairin ‘ben’ini, Aristoteles’in terimleriyle dile getirirsek, tekil ben değil, tekil olanda tümeli içeren bir ‘ben’dir. Şayet bu ifade anlaşılırsa –şairin bir türlü vazgeçemediği doğadan ve kendinden bahsetme tutkusu– “lirikben” problemi aşınacaktır. Türk şiirinin en ayırt edici modern mekanizmasında beliren bu “kendilik-lirikben” probleminin, sosyolojik düzlemde yaşanan “kültürel kimlik”, “kültürel farkındalık” sorunuyla benzer olarak hayata girmesi asla rastlantı değildir. Mezkûr iddia üzerinden ayrıca bir noktayı belirtme tenezzülünde bulunursak şiir, duygusallıktan farklı (bambaşka) konumdadır. Dolaşım hâlinde olan bir lafız vardır: “İyi duygularla güçlü şiir yazılmaz.” Yalnızlığı aktarmak iyi (güçlü) şiir yapmanın asla yolu değildir. Yeni bir yalnızlık oluşturup eşi benzeri olmayan hakikati yaratmak gerekir.] Şairler ruhlar alemine buyuran, şiirlerindeki “tinsel-dinsel” terimler ile (tanrı yahut başka esaslar) esin kaynağı olmalıdır. Şiirin tinsel boyutlarını irdeleyen bilincin daha derinlikli, dahası aklın ermediği deneyim ritimlerini aktarma girişimleri psikolojik bir mesele gibi ele alınmalıdır. Yani şiiri bipolar, anksiyete, şizofreni vb. hastalık belirtileri hâlinde de tanımlayabiliriz ve evreyi tamamlarsak; imgenin içindeki gizi antidepresan… [İns’in zihni şiirdir.] Her insanın zihninde (şiirinde) intihar düşüncesi muhakkak barınıyordur çünkü yaradılışın gayesinde vardır. Mutlak hakikattir. Aslından beşer, kulağına adının fısıldandığı andan itibaren hastalıklı (ölüme meyilli) bir varlıktır. Dünya’daki her şey ins’in doğumunda ve ölümünde çıplak oluşu kadar açık ve nettir, onaylanmamış dünyadaysa hep flu… [Bir şairden duymuştum: “Peygamber bile intihara temayül etmiştir.”] Şairin ise “intihar” mevzusu karşısında “ölümü” ikna edici tarafı belirmesi esastır. [Evreni yoğuran şef, mayayı tutturamadığından ölüm daima kabarıktır.]
Aslında şiir, dinsel olduğu kadar da politik bir yapıya sahiptir. Şairler, özgürlük rejimine boyunduruklardır. Şiir tinsel dünyasının diplomatik çözümlemeleridir. Distopik devlet metafiziğin elindedir. Sosyalizmi, komünizmi bu metaforla ilişkilendirebiliriz. Yani şairler herhangi bir belirli teolojiye bağlanmayan “ruhsal” olarak betimlenecek gizi barındıran ilişkiler ararlar. Mevzu bahis, her kesimin inancını kapsayabilir. Herhangi bir yapıya bağlılıkları söz konusu değildir, olamaz. Şairler, daima özgürlüğün hakimiyetindedir. Hem liderlerdir hem de halktandırlar. Yalnızca kendi ruhlarından doğan teokrasiye boyun eğerler. [Bu tanımlar politiktir, apolitik olan sözün gizidir.] Doğal dünyada da şiirleriyle hislerine cisim katarlar.
En nihayetinde ŞİİR önemli bir esastır çünkü evrenin müziğini kusursuz kurar. O eşsiz senfoninin yaratıcısıdır. Müzik o denli derindir ki sessizliği anımsatır. [Yoko Tawada’nın “Çözümüm ise çözüm bulmamak; ses ve dil arasındaki yarığa girip buradan sayısız melodi çıkartmaktı.” sözünde geçen “ses ve dil arasındaki yarık” ifadesinin artık keşfetmesi her zamankinden de zorlu bir yer hâline geldiği çağdaş şiirde ortaya konuluyor.] –Şiirin– yaşamın ve yaşanmayanın öz suyuna hizmeti apansızdır. ŞİİRsözün büyüsündeki giz’i görünür kılar. Ruhla maddenin birleşiminden var olan distopik rezidansı ayakta tutar. Sonsuza, Tanrı’ya daha fazla yakınlaştırır. [Çünkü tanrı uykudadır, şair ise rüyası…]
***
Seyhan Erözçelik, “Şiir yazarak star olunmaz. Şairler öyle pek acayip, eksantrik adamlar da değiller.” diyor. Bu söz, Shelley’nin “dünyanın onaylanmamış yasa koruyucuları” metaforunda karşılık buluyor; yani keşişleme… Oppen ise bu teze karşı ters yöne esen rüzgar (lodos) oluyor:
Bütün bu yapı taşlarını evrene kim mi yerleştirir? ONAYLANMAMIŞ DÜNYANIN YASA KORUYUCULARI…