Burhan Daver küçükken dört defa pirzola yemişti. Annesi pilav ve çorba yapmış, herkese ikişer kalem pirzola kızartmıştı. İkinci pirzola yiyişlerinde Burhan’ın kardeşi uyuyordu. Burhan kendi pirzolalarını yedikten sonra pilavının kalanıyla oynayarak düşünmüş taşınmış, sonunda elini ahşap sofranın üstünde el değmemiş güzelliğiyle, şeker uykusundan uyanmış genç kız gibi sereserpe yatan tavaya, üçüncü pirzolaya uzatmıştı. Ama annesi ona pirzola vermemişti, “Buhran,” demişti televizyona bakmaya devam ederken, ve evet hep yanlış söylerdi oğlunun ismini, “onlar kardeşinin.” Annesi “kardeşin” derken, ismini doğru söylediği diğer oğlunu, “onlar” derkense pirzolaları kastediyordu. Onları ona ayırmıştı. Akşam uykusundan uyanınca yiyecekti.
Derken kot taşlayarak eve ahşap sofra, sofra bezi ve tava alan, senelerce kot taşladıktan sonra nihayet çiğköfteci açan ve bu sayede diğer üç Daver’e altı ayda dört defa pirzola yedirebilen zat tak diye ölmüştü. Ciğerleri masmaviydi. Burhan’ın içinden aslında “Ama pirzola yiyecektik,” demek gelmişti ama annesi çok ağlıyordu. Sonra Burhan, annesi ve annesinin diğer oğlu kot taşlamaya başladılar. Pirzolalarını başkaları yiyordu gene.
Sonra Burhan, tekrar pirzola yemenin ancak okumakla mümkün olduğunu anladı. Yaşı çok ilerlememişti daha. Eğer yeterince sebat ederse ölmeden tekrar pirzola yiyebilirdi. Bu yüzden dışarıdan ortaokulu bitirdi, mavi parmaklarıyla devlete kendine pirzola alması için sınav ücreti verdi, sonra liseyi bitirdi, mavi parmaklarıyla devlete yine pirzola ısmarladı, soruları çözdü, optik form doldurdu, nihayet ondan sonra otuz yaşında üniversiteye başladı. Derslere değil, yalnızca vize ve finallere gidiyor, boş zamanlarında kot taşlıyor ve pirzola düşünüyordu. Sonra annesinin diğer oğlu evlendi ve mavi parmaklara on adet daha eklendi. Burhan evlenmek istemiyordu, evlenmenin rahatça pirzola yiyebileceği bir hayata kavuşmakta kendisine ne fayda sağlayabileceğini anlamıyordu. İşte, annesinin diğer oğlu evlenmişti ve bok yerdi pirzola mirzola artık, karısına da yetecek kadar kıyma alabilirse şükretsin hıyar, köfte yaparlar.
Sonra Burhan otuz beş yaşında staja başladı. Staj tam zamanlı olduğundan kot taşlamaya vakti kalmıyordu. Parmaklarının mavisi üç gün içinde aktı. Burhan parmaklarını tanıyamadı. Renklerin bile vefası yokmuş, yirmi iki yıllık dostluk üç günde bitti. Burhan her sabah staja sevinçle gidiyor, akşamları bunca senedir kot taşlamasına ve ihtiyarlığına rağmen hâlâ değil ölmek, hastalık emaresi bile göstermediğine göre kesinkes evliya olan annesinin buruşuk mavi elleriyle yaptığı, pirzola olmayan yemekleri yiyordu. Ha gayretti, az kalmıştı.
Sonra Burhan hâkim oldu, atandı, insanların ticaretle alakalı davalarına bakmaya başladı. İnsanların dünyaya pirzola yemeye gönderildiğini, evrenin de esasen pirzolaya dayalı bir şey olduğunu o zaman anladı. Herkes pirzola yemeye çalışıyor, yiyebilenler mutlu, yiyemeyenler mutsuz oluyordu. Pirzola için erken uyanıp geç yatıyor, pirzola için kavga edip savaşıyor, pirzola için adliye koridorlarında koşuşturuyor, pirzola uğruna yaşlanıyor ve pirzola uğruna ölüyorlardı. Burhan bazen ölümü düşünüyor ve ölümün, doğumdan öncesiyle aynı olduğuna, onun da pirzola yiyememek olduğuna kanaat getiriyordu. Doğmamışken yoktuk, pirzola yiyemiyorduk. Dünyaya geldik, çünkü pirzola yemeye. Ölünce yok olacağız, dolayısıyla pirzola yiyemeyeceğiz. Görüyorsunuz, gerçek bir hâkim, mutlak bilimsellik, pürüzsüz, çürütülemez kesinlikte bir felsefe.
Burhan’ın ilk maaşıyla pirzola yiyişini görmeliydiniz, yiyemedi ki önce, ağladı, pirzolanın kokusu, senelerin yorgunluğu ve vuslat neşesi ağlattı onu. Sonra pirzolaları yedi ve yerken, affedersiniz, külodu ıslandı.
Öyle mutlu oldu ki, güzellikleri paylaşma iştahıyla eve para göndermeye, annesinin diğer oğlunun karısına bile pirzola yedirmeye karar verdi. Artık parmaklarınız mavi olmadan da pirzola yiyebilirsiniz, çünkü ben hâkim oldum. Kendisine pirzolayı tattıran adamın kabrine de gidecek, kabrini kendi hâkim elleriyle çapalayıp sulayacak, toprağın içinde serinleyene teşekkür edecek ve “Ey bana pirzolayı tattıran, teşekkür ederim,” diyecekti. “Bak, büyüyüp adam oldum, pirzola yiyorum.” Sonra da gözlerini silerdi herhâlde.
Yemekten sonra keyifle ıslık çalarak ellerini sabunladı, duruladı, sonra yüzüne su çarptı. Aynaya bakarak “Kazandık oğlum Burhan,” dedi, sırıttı. Artık her gün pirzola yiyecekti.
Artık her gün pirzola yiyor, ama beşinci yiyişindeki lezzeti bir türlü bulamıyordu. Kasap değiştirdi, sorun ette olabilirdi. Özel etler getirtti, uzaklara gidip pirzolayı, hani denir ya, “yerinde” yedi. Yok, bok gibiydi hepsi, tat yok, tuz yok, saman namussuz.
İçini derin bir keder kapladı. Evren boşunaydı. Beşeriyet boşunaydı. Her gün adliyede pirzoladan tat alan, yahut pirzola yese tat alacak ve yemek için uğraşan insanlardan nefret etmeye başladı. Kendini önce içkiye verdi, nafile. Sonra Allah’a verdi, yok, olmadı. O lezzet yoktu. Ama kendisini Allah’a vermek ona mutluluğun kapısını açtı, çünkü hayatında ilk kez —Daver ailesi hariç— başkalarını da düşünmeye başladı. YOKSUL ÇOCUKLARA PİRZOLA YEDİRME KURUMU adlı bir dernek kurdu ve en büyük eğlence olarak kendine pirzola yiyen çocukları şefkatle izlemeyi seçti. Çocuklar pirzolalara yumulurken kendisi güleç yüzünü eline, dirseğini de masaya yaslıyordu. Ara sıra basın mensupları fotoğraf çekiyordu.
Sonra bir gün, kırk yedi yaşında, Burhan Daver’in göğsü sancıdı, masmavi öksürdü ve tak diye öldü. Canının boğazından çıkmasına bir milisaniye kala, dünyaya geldiğine memnun olduğunu, anlamlı bir hayat yaşadığını, kısacası “değdiğini” düşündü.