I
İnce uzun yapısıyla insanlığın başlangıçtan bu yana, ki onun üzerinden bizim bildiğimizi sandığımızdan bile çok daha uzun bir süre geçti, aldığı uzunca fakat sığlığından dolayı da darca kalmış yolculuğu anımsatan bir mecliste, sitede hayatta kalmayı başaran 1305 kişi toplandı. Bunun gibi nüfusları bin ila on bin arasına sıkışmış yedi site devletinden bahsedebiliriz yalnızca. Bizim bildiğimiz teknolojinin dahi fersah fersah üstü bir teknolojiyle donatılmış olmasına rağmen mikrofon kullanımını dahi gerektirmeyen bir toplantı gerçekleşecek biraz sonra. Site sakinleriyaklaşık yedi yıldır bir damla suyun düşmediği, deniz suyunun arıtılamayacak düzeyde kirlendiği, ekinlerin topraktan başını çıkaramadan çürüyüp gittiği, insan bedeninin, kanın, rahimlerindahi kısırlaştığı bu yoksunluğa dair konuşacak. Bir çözüm arayacak. Fakat muhtemeldir ki defalarca olduğu gibi bu kez de bir sonuca ulaşamayacak.
Bundan yıllar önce çok makul, mantıklı, alkış tufanlarının eşlik ettiği fakat bugün manasız hâle gelen ve salonda bir uğultudan başka bir şeye sebep olmayan uzun birkaç konuşmanın ardından son doğanlardan olmasına rağmen yaşı otuz beşlerine dayanmış birisi çıktı kürsüye: “Dostlarım! Bütün bu yaşananlardan, yok oluşun bizi yakamızdan yakalamasından sonra hâlâ tüm bu anlatılanlar, beni dostumuz aı’ya uzun yıllardır sorulmamış sorular sormaya sevk etti. Lanet olsun, bütün bu düzen içerisinde yapamadık işte. Kendimiz dâhil her şeye ihanet ettik. Bütün bu gelişmişliğin içerisinde çektiğimiz eziyet ve ızdırap... Belki de gelişmişlik dediğimiz şeyi yanlış tanımlamışızdır. Hiçbir güce, kuvvete ihtiyaç duymadan muazzam bir konfor içerisinde, odasından dahi çıkmadan yaşamını sürdüren geçmiş neslimiz belki de yanlış yapmıştır. Mağarasından,ormanından hiç çıkmamış ve evrimin fitilini hiç ateşlememiş bir şempanze gibi. Elimizdeki analizler artık yağmur için, su kıtlığına bir çare bulmak için yapılabilecek her şeyi yaptığımızı gösteriyor. Öyle değil mi? Şimdi sizlere aı’nın bana anlattığı, uzun süredir, çok uzun süredir yok saydığımız bazı şeylerden bahsedeceğim. Yağmur dansını hiç duydunuz mu, Tanrı’ya kurbanlar adamayı, yağmur duasını? Bugün sizlere yapacak hiçbir şeyimizin kalmadığı bu noktada elde kalan tek şeyin Tanrı’ya dua etmek olduğunu söylüyorum. Tevrat diye bir kitaptan bahsediyor aı. Tanrı orada: “Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım.” diyor. Kur’an diye bir kitap da yağmuru yalnızca Tanrı’nın verebileceğini söylüyor. Bizzat Tanrı kendisi söylüyor. -Elbette bu sırada salonda homurdanmalar duyuluyor.- Kur’an’ın takipçileri bundan yıllar önce şehrin en yüksek tepesinde Tanrı adına kurbanlar verip dua ederek ondan yağmur diliyorlar.” Meclisten bir ses: “Kapa çeneni, sen neden bahsediyorsun?Tanrı’ya dair hiçbir iz ve delil bulunmadığı ve bunların yıllar öncesinde henüz gelişimini tamamlamamış atalarımızın deli saçması düşünceleri olduğu kanıtlanmışken neden bu şekilde zamanımızı harcıyorsun?” Son doğanlardan olan devam ediyor: “Dostum bilmiyorum. Doğrusu bunun bize yağmur getireceğine dair bir inancım da yok. Fakat elde hiçbir şeyin kalmadığı şu noktada denemekten ne zarar çıkar? Kaybedecek neyimiz var?”
II
“Peki, bunu yapmayı kabul etsek, şartlar nedir?” aı:“Efendim, her inanç farklı yöntemlerle Tanrı’dan yağmur dileğinde bulunuyor. Bunlardan kimisi dans ederken kimisi Tanrı adına kurbanlar kesiyor, kimisi aç duruyor, kimisi topluca dua ediyor. Tüm inançların davranışlarını harmanladığımızda şehrimizin doğusunda kalan tepede birtakım hayvanların kanının akıtıldığı, göğe bakarak halka şeklinde Tanrı’ya methiyelerdüzerek dönüldüğü ve ardından tüm halk tarafından topluca Tanrı’ya yakarıldığı bir ritüel ortaya çıkıyor. Fakat tüm bunların yanında ihmal edilmemesi gereken asıl durum, o an orada hazır bulunan herkesin, istisnasız olarak, Tanrı’ya dair ve bu ritüelinsonunda yağmurun yağacağına dair kesin bir inancı bulunması gerekiyor. Bu şartın şu an yerine getirilmesi imkânsız görünüyor,efendim.” “Anlaşılan atalarımız Tanrı’ya korkunç bir sadakatle bağlanmış. Bu dediğin imkânsız.” Son doğanlardan olan usulca yatağına uzanıyor.
Bu ritüeli gerçekleştirseler bile yağmurun yağmayacağına emin fakat susuzlukla ölmek istemiyor. Denemek istiyor. İnsanları ikna etmenin ne kadar zor olduğunu biliyor. Çünkü yapılan onlarca bilimsel çalışmanın, deneyin ardından Tanrı’ya ve onun varlığına dair hiçbir gerçekçi delile ulaşılamadı. Yaklaşık yüz yıldır Tanrı’ya ya da dinlere inanan kimse yok. Açıkçası ruhen böyle bir ihtiyaç da sezilmedi. Yalnızca üç gün önce aklına gelenbir soru zihninde yankılanıyor: “Peki, ya Tanrı her şey onu yanlışlarken, ona dair hiçbir iz ve delil yokken, her şey ona muhalifken tamamen sebepsiz bir yönelişle ona inanılmasını istemişse, ya bunu fark etmemişlerse?”
III
O gece istisnasız tüm site sakinleri bir rüya gördü. Yırtık pırtık yamalı beyaz bir elbisenin içerisinde, uçsuz bucaksız bir çölün ortasında, bitap bir şekilde dolanıyor. Çok sürmüyor,ayağının tabanını yakan kumlara yığılıp kalıyor. Teni esmerleşmiş, dudakları kurumuş, şakaklarından süzülen ter damlaları değdiği yeri, altlarındaki kızgın kum ise derilerini kavuruyor. Gözlerini kısarak göğe, kavurucu güneşe bakıyor. Ölüm ile yüzleşmek üzere olduğunu biliyor. Artık ölüme kucak açmak üzere gözlerini tam kapattığında alnına bir damla su düşüyor. Çok eskiden küçük çocukların birbirlerini koştururken tam yakalanmak üzere olanın,diğerinin kollarının arasından sıyrılıverdiği gibi, ölümün kollarından sıyrılıveriyor. Gözlerini açıyor. Bir damla da yanağına, dudağına, kollarına derken birkaç saniye içinde sırılsıklam oluyor. Ama hâlâ gökte bir parça bulut yok ve güneş hâlâ cildini kavurmaya devam ediyor. Yağan yağmur mu yoksa bu bir illüzyonmu anlamıyor. Sonra korkunç bir kavrulmayla gözlerini kapatıyor. Gözlerini kapattığı anda bir serinlik hissediyor. Bir anda tüm hararet, ızdırap ve susuzluk bitiyor. Gözlerini tekrar açtığında kendisini sonsuz bir yeşilliğin içinde büyük bir tatmin hâlinde buluyor.
O gece herkes sabaha karşı bu rüyadan uyandı, büyük bir rahatlama ve geleceğe dair bir umutla. Hayatları boyunca hiç hissetmedikleri bir şey hissediyorlardı, ruhani bir şey. Ziyafet çekmemişlerdi ama sanki asla yemedikleri lezzette yemekler yiyip doymuşlar, daha önce içmedikleri lezzette bir su içmişler gibi. Sanki birisi gizlice onları beslemişti. Bütün imkânlar içinde her şeyi hissettiğini sanan bu insanlar, aslında hiç hissetmedikleri şeylerin var olabileceğine dair bir his taşıyorlardı şimdi. Gerçekten de daha önce hiç hissetmedikleri bir şeyin yokluğundan nasıl emin olabilirlerdi ki? Bir hissin varlığından yalnızca onu yaşadığın andan sonra haberin olabilirdi. Öncesinde ise ona dair hiçbir izden bahsedemezdin. Metafizik ve mistik olan herhangi bir olay ya da olguyu reddetmeyi bırakın ret ya da kabul durumunu, hiç düşünmemiş bu insanlar bambaşka bir şeyi deneyimliyordu. Tam bu anda bir gün önce başkaları bahsetse asla inanmayacakları, ataların safsataları diyecekleri bir mistik anlatının kahramanları olmuşlardı. İşte şimdi, zihnin lal, kalbin natık olduğu bu anda,herkesin aklında, son doğanlardan olanın önceki gün mecliste yaptığı konuşma vardı.
IV
Şimdi geçen bir gecenin ardından bu mistik denebilecek olayın tanığı tüm site sakinleri, kimi bunca yıllık yaşantı sanki bir hiç hâline gelmiş gibi dumura uğramış kimi çok çok uzun süre önce kaybettiği bir hakikate kavuşmuş gibi meclise toplanıyor. Hiç beklemeden bir tanesi söz alıyor: “Bu adam bizimle alay ediyor. Ne yaptı, nasıl yaptı bilmiyorum. Radyoaktif dalgaları mı kullandı, zihin yönlendirici araçlar mı kullandı, bilmiyorum amahepimizin aynı saçma rüyayı görmesini sağlayacak bir şeyler yaptı. Tek niyeti kendi isteğini hepimize kabul ettirmek.” diye hiddetli bir çıkış yapıyor. “Hayır, hayır dostum. Neredeyse tüm yaşantına ihanet edecek ve buna “büyü” diyeceksin. Ben yalnızca uzun uzun düşündüm, günlerce. Aylarca hatta. Ve hiçbir sonuca ulaşamadım. Sonra bir gün, birden bu düşünce aklıma düştü. Dün de bunu sizlerle paylaştım, hepsi bu. Fakat bu yaşadığımız,dostlar! Dünkü meclis toplantısının üstüne hepimizin bu rüyayı görmesi… Açıklanamayacak bir şey. (Uğultular) Sorun yanınızdaki kişiye, istisnasız hepimiz bu rüyayı gördük. Bu Tanrı’nın işaretinden başka bir şey olamaz.” Meclisteki uğultular iyice yükseliyor. “Şimdi meclis başkanımıza ilerleyen süreçte toplum olarak Tanrı’ya dair inancımızı kuvvetlendirmemizi ve ardından yağmur duasına çıkmamızı içeren bir oylama yapmamızı teklif ediyorum.”
Mecliste saatler süren uzun tartışmalar yaşandı. Bir grupyaşanan rüya olayından oldukça etkilenmiş, Tanrı’ya dair içerisinde filizlenen birtakım inanç düşünceleri ile son doğanlardan olanın fikirlerini kabul etmeyi telkin ederken; diğer grup son doğanlardan olanın henüz anlamadıkları bir sebepten toplumu manipüle ettiğini, bunca yıllık birikimlerinin bu şekilde kolayca hiç edilmesinin olacak iş olmadığını, bu fikirlerin bir daha tekrarlanmamak üzere unutulması gerektiğini söylüyordu. Tartışmalar sonunda iki grup da kendinden emin olarak oylama teklifini kabul etti. Bildiğimizden çok daha teknolojik şekillerde gerçekleşiyor oylama. Muhtemelen salonun ortasında gezen bir cihaz herkesin yüzünün karşısında bir müddet durup kırmızı lazer ışıkları çıkan bir okuyucuyla insanların yüzünü taradıktan sonra oyu otomatik olarak algılıyor ve ardından bir diğer kişiye geçiyordur. Her şey bir yana, hâlihazırda dünya üzerinde aynı sıkıntılarla uğraşan yedi adet siteden birisinde devrim niteliğinde, olayları bambaşka noktalara götürecek bir dönüm noktasının eşiğinde, insanlar heyecan içinde oylamanın bitmesini bekliyordu. Dünyanın hemen hemen tüm kaynakları tükenmiş, şu yedi sitedeki üç beş binlik nüfuslar haricinde, yalnızca boş bölge denen, şehirlerin dışında kalan bölgelerdeki sayısı tam olarak bilinmeyen az sayıdaki insan dışında artık dünya, insan kaynağını da tamamen kaybetmek üzereydi. Zaten boş bölgede insanlar en fazla birkaç yıl hayatta kalabiliyor, çeşitli hastalıklar sebebiyle zayıf düşüp ölüyorlardı. Oradan gelenler hastalıkları sebebiyle şehre asla kabul edilmiyorlardı.
Oylama bitmişti. Herkes heyecanla meclis başkanının ardındaki dev ekranda sonuçları görmeyi bekliyordu. Ve sonuçlar göründü: Kabul edenler 671, reddedenler 634. Sonuçların görünmesiyle salonda önce çok büyük bir gürültü koptu. Alkışlar,tezahüratlar, homurdanmalar… Fakat sonrasında salona büyük bir sessizlik çöktü. Herkes kapıdaki büyük değişimin farkındaydı. Bu insanlar din ve tanrıya dair hiçbir şey bilmezlerdi. Tek kaynak aı’nın belleğine kaydedilmiş eski kutsal metinler ve kitaplardı. Şimdi ne yapacaklardı? Büyük sessizliği son doğanlardan olanın adımları bozdu. “Evet, dostlar! Kaçınılmaz bir değişimin arifesindeyiz. Kabul edelim ki bilim ve teknoloji alanında ne kadar gelişmiş olursak olalım geldiğimiz noktada dünyayı, her şeyi tükettikten sonra artık sıra kendimizi tüketmeye gelmişti. Farklı bir şeyler denemek zorundaydık. Ve bizim yıllardır görmezden geldiğimiz Tanrı, bir rüya aracılığıyla hepimizi uyardı. Şimdi siz diğer dostlarımı da bizimle birlikte hareket etmeye çağırıyorum. Gelin hep birlikte içimizde filizlenen inancı kuvvetlendirelim. Sonra da büyük bir törenle Tanrı’ya bağlılığımızı bildirip yağmur için ona yakaralım. Çünkü öğrendiğim kadarıyla atalarımız için bu duanın kabul şartlarından birisi topluluğun tümünün Tanrı’ya ve bu yakarış sonunda yağmurun yağacağına dair içlerinde kesin bir inanç beslemesiymiş. Dolayısıyla çok üzülerek söylüyorum,dostlarım! Aldığımız bu karardan sonra Tanrı’ya ve duaya inancı kalmayanların bu şehirde artık işi yok. Onları boş bölgeye sürmekten başka çaremiz yok. Bunu insanlığın devamı, yaşam için yapmak zorundayız. Rasyonel olmak zorundayız.”
V
Mecliste yapılan oylamanın üzerinden on yedi gün geçti. Bu on yedi günde şehirde çok büyük tartışmalar ve de acılar yaşandı. Hiçbir fikrinin olmadığı bir yöne doğru hızla yol alan halk, içlerinde bu konuda az çok fikirleri olan son doğanlardan olanın arkasından gitmekten, onun dediklerini yapmaktan başka çare bulamadı. Son doğanlardan olanın tanrı ve dua fikrini/inancını kabul etmeyenlerin şehirden sürülmesi teklifi uzun tartışmaların sonrasında “insanlık” adına kabul edildi. Ve bu fikri kabul etmeyen 535 kişi şehirden sürüldü. Ölümün kol gezdiği boş bölgeye terk edildiler. Ve işte bugün, on yedinci günde geride kalan herkes şimdi aı’nın bahsettiği şehrin doğusundaki tepede toplandı. Yine aı’nın tüm yazılı kaynaklardan analiz ettiği şekilde danslar, dualar, yakarışlar, kurbanlar eşliğinde Tanrı’ya bağlılık bildirildi ve ondan yağmur istendi. Fakat sonrası konusunda hiç kimsenin bir fikri yoktu. Yağmur hemen o an mı başlayacaktı? Bir gün sonra, bir hafta sonra? Hiç kimsenin bu konuda bir fikri yoktu. O an yağmadı yağmur. Ertesi günü beklediler. Yine yağmadı. Bir gün daha, bir gün daha derken bir hafta geçmişti amagökten bir damla yağmur düşmemişti. Son doğanlardan olanın teklifiyle tekrar çıktılar duaya. Aynı ritüelleri tekrar uyguladılar. Beklediler ve yine gökten bir damla su düşmedi.
Şehirde homurdanmalar başladı. Bazıları kısık seslerle son doğanlardan olanı eleştirmeye başladı. Son doğanlardan olan ise pes etmemeleri gerektiğini, inançlarını kuvvetlendirmeleri gerektiğini söylüyordu. Tanrı onları sınıyordu. Bu bir bilgisayar programı değildi bir tuşla, bir kodla her şeyin istediğin gibi gerçekleşeceği. Bu Tanrı’ydı. Yaratıcı. Elbette sınayacaktı, sabır ve inanç bekleyecekti. Belki de içlerinde inandım deyip inanmayanlar vardı. Sırf boş bölgeye sürülmemek için yalan söylüyorlardı. Bir program geliştirilmeli ve bu kişiler tespit edilmeliydi. Onlar da sürgüne gönderilmeliydi.
Diğer yandan küçük bir grup gizli gizli toplantılar yapıyordu. Son doğanlardan olana karşı şehirde yeniden bir muhalefet oluşuyordu. Hayır, rüyanın etkisinden çıkmamışlardı, hâlâ içlerinde Tanrı’ya dair inançları vardı hatta daha da kuvvetlenmişti bile. Fakat onlara göre yağmurun yağmama sebebi son doğanlardan olandı. Onlara göre, o, son doğanlardan olan, oylamada teklifi kabul etmeyenleri inançsızlar olarak isimlendirip onları ölüme terk ederek büyük bir hata yapmıştı. Ölüm, Tanrı nazarında günahtı ve son doğanlardan olan birsürü günah işlemişti. Şimdilik 535 günahı vardı. Bu sayı artabilirdi de. Düşündüler. İçlerinden birisi son doğanlardan olanın günahına karşılık Tanrı’ya bir kefaret ödemeleri gerektiğini söyledi amaödeme yöntemi konusunda bir fikri yoktu. Aı’ya danıştılar:“Atalarımız günahlarının bedelini dünyadayken nasıl öderdi, böyle bir günah karşısında ne yapılabilirdi?” Aı: “Şehrimizde yaşanan durum ile eski kaynaklarda karşımıza çıkan kefaret yöntemleridetaylı bir analizle eşleştirildiğinde, İsa isimli, peygamber olduğunu iddia eden, Hristiyanlık isimli dinin kurucusunun, anlatıya göre ilk insan olan Âdem isimli kişinin işlemiş olduğu ilk ve büyük günahın kefareti olarak bölge insanları tarafından çarmıha gerilerek Tanrı’ya adanması olayı, en makul seçenek gibi görünüyor, efendim.” “Peki, çarmıh nedir? Bizim için bir görsel oluşturur musun?”
VI
Şehrin doğusundaki tepedeyiz. Halk beşinci kez duada. Ve diğer dört gelişlerinde adamadıkları bir kurbanları var bu kez ama henüz bazılarının bundan haberi yok. Tepede her şeyden habersiz en önde hareketleri ve emirleriyle ritüeli yürüten son doğanlardan olanın, iş birliği ile tekrar şehre getirilmiş olan sürgündekilerin ve yeni muhalif grubun bir anda harekete geçmesiyle birlikte derdest edilmesi ve bir anda kendisini daha önce hiç görmediği artı şeklinde uzun direklerin ortasında çivilenirken bulması bir oluyor.
Bundan haberi olmayan ve hâlâ son doğanlardan olana bağlı olan ve sonraları “sadıklar” olarak isimlendirilecek kırk kişi de derdest ediliyor. Yine şehirde büyük bir değişim ve çokça acı yaşanıyor.
İnsanlığın geldiği son noktada, son nokta diyoruz çünkü buradan sonra yıllar geçecek mi, geçse de dünyada insan varlığından söz edebilecek miyiz bilmiyoruz, sanki değişen çok da bir şey yokmuş gibi görünüyor. Hâlâ kararsız, hâlâ arayışta olan insanoğlu sonsuz bir döngünün içinde bir kez daha bir lider çıkarıyor. Son doğanlardan olanın çarmıha gerilmesine öncülük eden muhalif grup içinden başka bir lider doğuyor. Yüksek bir sesle kalabalığı sükûnete davet edip Tanrı’ya günahlarından dolayı pişman olduklarını haykırıyor. Ondan bu kefaret kurbanını kabul etmesini, son doğanlardan olanın hatasının bedelini ödememek için, onu memnun etmek için onu kurban ettiklerini, artık onlara acımasını ve bereketi, yağmuru göndermesini istiyor. O bunları söylerken herkes göğe bakıyor.
Kimisi büyük bir acıyla ağlıyor ve yakarıyor, kimisi umutla bir damla su düşmesini bekliyor.