*Hem duyarlılık hem de hareket siniridir.
I.
Şair, kendi elleriyle yonttuğu puta mı secde eder, vaktin öğütüşünden geriye kalan un ufak silüete mi? Alkışın şavkıyla mı belirir, isimsizliğin muhtevasında mı kudret devşirir?
Asıl soru şu: Şair, sözün keşişi mi, sesini efsaneye tahvil eden bir tüccar mı?
Şair, her çağda farklı bir kimliğe büründü. Antik toplumlarda büyücü, ortaçağda aziz, modern dönemde isyankâr, postmodern çağda ise bir influencer. Peki, günümüzde şairin toplumsal rolü nedir? Kelimelerin keşişi mi, yoksa sanatın pazarındaki en rafine tüccar mı? Bu sorunun yanıtı, edebiyatın ve sanatın tarihsel dönüşümünün tam kalbinde yatıyor.
Şair artık yalnızca estetiğin değil, aynı zamanda ekonominin de bir parçası. Bir zamanlar kelimeler kutsal bir “faş bek” ile yankı bulurken, bugün sponsorlu içerik olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyat, hiç olmadığı kadar pazarın göbeğinde. Şiir kitapları, yayınevlerinin satış stratejilerinin bir uzantısı haline gelirken, şairler kimliklerini satmak zorunda kalıyor. Baudrillard’ın hipergerçeklik kuramında işaret ettiği gibi, orijinal ile kopya arasındaki sınır belirsizleşiyor; şair, sanatçıyı oynayan bir figüre dönüşüyor.
Şiirin Kökenleri: Kutsaldan Pazara
Şiirin en eski biçimleri, toplumsal ve dini ritüellerle iç içeydi. Orta Asya’daki Şaman duaları, Antik Yunan’daki ilahiler, eski Türklerdeki ozan kültürü… Bunların tümü, şiirin kutsal ve kolektif bir pratik olarak doğduğunu gösteriyor. Ozan, yalnızca bir anlatıcı değil, aynı zamanda bir bilgeydi. Şiir, kelimelerle kurulan bir büyü, bir ilahi, bir ayindi.
Ancak modernite, sanatın bu mistik yönünü giderek törpüledi. Artık sanatçının misyonu, hakikati aktarmak değil, bir etki yaratmak. Jean-François Lyotard’ın “Büyük Anlatılar”ın sonu teorisini hatırlamak gerek. Lyotard’a göre modern dünya, büyük anlatıların (din, felsefe, tarih, edebiyat) yerine, küçük ve bireysel anlatıların geçtiği bir döneme girdi. Bu da sanatçının misyonunu değiştirdi. Şair artık bir bilge değil, kendi küçük anlatısını kuran, bireysel bir mit yaratmaya çalışan bir özneye dönüştü.
Ancak burada bir paradoks var. Modernite, şairi bireyselleştirirken aynı zamanda onu piyasanın kurallarına bağımlı hale getirdi. Artık sanatçının özgürlüğü, tüketici kitlesine bağlı. Kelimenin kutsallığı yerini okunma oranlarına, beğeni sayılarına ve satış rakamlarına bıraktı.
Şiirin Metalaşması ve “Gösteri Toplumu”
Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” kitabında belirttiği gibi, günümüzde her şey bir gösteriye dönüşüyor. Artık sanat, yalnızca bir anlatı değil, bir imaj, bir tüketim nesnesi. Baudrillard’ın simülakr teorisini de eklediğimizde, günümüz sanatçısının gerçek bir sanat eseri üretmekten çok, bir sanatçı ‘gibi görünme’ çabası içinde olduğunu görebiliriz.
Şiir de bu dönüşümden kaçamadı. Artık şiirin kendisi kadar, şairin imajı da önemli. 20. yüzyılın başında, bir şair yalnızca yazdığıyla anılırken, bugün sosyal medyada varlık göstermeyen bir şairin görünürlüğü neredeyse yok. Instagram şairleri, minimalist şiir paylaşımlarıyla büyük bir kitleye hitap ediyor. Kimi zaman bu, şiirin demokratikleşmesi olarak yorumlansa da, aslında burada olan şey şiirin basitleştirilmesi, ticarileştirilmesi ve yüzeyselleşmesi.
Daha da önemlisi, şiir artık performatif bir eylem haline geldi. Eskiden yalnızca kağıt üzerinde var olan şiir, bugün YouTube’da seslendiriliyor, Instagram hikayelerinde paylaşılıyor, hatta TikTok’ta kısa videolarla viral hale getiriliyor. Bu, bir yandan şiiri daha erişilebilir kılarken, diğer yandan onun geleneksel ahengini yitirmesine neden oluyor.
***
Türk edebiyatında şairin toplumsal konumu her dönem değişti. Divan edebiyatında şair, metafizik dünyaya açılan bir kapıydı. Fuzûlî’nin şiirlerinde görülen ilahi aşk kavramı, şairi bir tür kelime dervişine dönüştürüyordu. Tanzimat’la birlikte şair, halkı aydınlatan bir figür oldu. Namık Kemal, şairi bir toplum mühendisi olarak görüyordu. Servet-i Fünun döneminde ise şair, hayattan kopuk, yalnız ve bireysel bir dünyada var olmaya başladı.
Nazım Hikmet’le birlikte şair, bir aktivist kimliğine büründü. Artık şair, yalnızca yazan değil, toplumu değiştiren bir figürdü. 1980’lerde ise şair, yeniden bireyselleşti. İsmet Özel gibi isimler, şiiri mistik ve yalnız bir alan olarak korurken, Murathan Mungan gibi isimler, şiiri popüler kültürün içine yerleştirdi.
***
Bugün, şiir yalnızca edebi bir tür değil, aynı zamanda bir pazarlama stratejisi. Kitap fuarlarında imza günü düzenleyen, sosyal medyada takipçi kazanmaya çalışan şairler, bir anlamda şiiri ‘satmaya’ çalışıyorlar. Ancak bu durum, şiirin değerini düşürüyor mu, yoksa onun yeni bir forma evrilmesini mi sağlıyor?
Tüm bu dönüşümlere rağmen, hâlâ kelimenin gücüne inanan ve şiirin deruni bir sanat olduğunu savunan şairler var. Bugün bile şiiri bir ritüel olarak gören, onu metalaşmaktan uzak tutmaya çalışan isimler bulunuyor. Ancak bu çaba, ne kadar sürdürülebilir?
Dijital çağın getirdiği hız ve tüketim kültürü, şiirin yavaşlığını ve derinliğini bir dezavantaj haline getiriyor. Artık kimse uzun şiirler okumuyor, kimse kelimelerin içinde boğulmak/kaybolmak istemiyor. Şiir de bu değişime uyum sağlamak zorunda kalıyor. Fakat bu, şiirin ruhundan bir şey kaybettiriyor mu, yoksa onun yeni bir forma evrilmesini mi sağlıyor?
Belki de modern şairin en büyük çıkmazı burada yatıyor: Bir yandan keşiş gibi inzivaya çekilip kelimenin özüne varmak isterken, diğer yandan kelimelerini daha fazla insana ulaştırmak için onları pazarlamak zorunda. Bu ikilem, şiirin doğasını değiştirmeye devam edecek.
Şair, artık yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda bir marka. Günümüz dünyasında şair, bir yandan sanata sadık kalmaya çalışırken, diğer yandan bu sanatı nasıl pazarlayacağını düşünmek zorunda. Bu noktada, şairin keşiş mi, tüccar mı olduğu sorusu giderek daha da anlam kazanıyor.
Peki, şair kelimenin keşişi olarak mı kalacak, yoksa onu satabilen bir tüccara mı dönüşecek? Belki de bu sorunun yanıtı, çağımızın şiir anlayışını kökten değiştirecek.
Devam edecek…