“Bunlar cennetin ve yeryüzü kuşaklarının öyküsüdür.”
( Tekvin 2-3)
Başlangıçta hiçbir şey yoktu… Başlangıç bile yoktu. Şeyler bir noktadan ibaretti. Bir hareket, titreşim oldu. Şeyler ürperdi ve yarıldı. Boydan boya yarılmanın etkisiyle yüce, saklı bir nokta parladı. Ve ona başlangıç adı verildi. (Daniel 12:3)
Yeryüzü vardı uçsuz bucaksız. Sevinç ve kederler henüz başlamamıştı. Her şey belli kurallar içinde, sonsuza dek yerli yerine oturtulmuştu. (Mezmurlar 148:6) Bitki ve hayvanlar vardı. Ağaçların yaprak yaprak gökyüzüne uzanma arzusunu nehir koyaklarında yankılanan kuş sesleri tamamlıyordu. Ama bir şey eksikti. Bu eksik Âdem’le tamamlandı. Âlem, yüzüğün üzerindeki kaş gibi Âdem’le tamam oldu. (Fususu’l-Hikem S.5) Âdemden Kabil türedi. Habil’in kanıyla ıslandı yeryüzü.
Oradaydım. Her şeyi görüyordum. Başlangıçtaki boydan boya yarılmayı bile görmüştüm. Buraya nasıl, nereden gelmiştim? Gelmiş miydim? Yoksa ezelle ebed arasındaki sonsuz bir ana mı sıkışmıştım? Yaşantımın kökleri başka yerdeydi sanki. Kişiliğimi her yanından içine kapatan kabuk, satori anında dağılıp parçalanıyordu. ( Zen Budizm S.27) Ama görüyordum. Şimdi. Yeryüzündeki ölümcül sessizliği. Kabil kardeşi Habil’i öldürmüştü. (Genesis 4:8) Artık döktüğü kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındaydı.(Genesis 4:11)
Bedenimde tozlanan zamanı silkeleyerek kanat çırptım. Yıllarca, asırlarca. Her şeyi görüyordum. İnsanlar geliyor, insanlar geçiyordu. Yeryüzü doluyor boşalıyor, doluyor boşalıyordu. İnsanlar arasında alçaklık rağbet gördükçe kötüler her tarafta dolaşır olmuştu. (Mezmurlar 12:8)
Nuh’u gördüm. Yaptığı gemiyi. Kopan tufanı. Toprağın suya batma zamanı gelmişti. (Tibet’in Ölüler Kitabı S.5) Kırk gün sürdü tufan. (Genesis 7:17) Sular yüz elli gün boyunca yeryüzünü kapladı. (Genesis 7:24)
Savaşlar gördüm. Öfkeyle sallanan kılıçlar, vınlayan oklar. Üzerinden suların aktığı güzelim, renkli taşların yüreklere saplanan mızrağa dönüştüğünü gördüm. İnsanlar ışık yerine karanlığı seviyordu. Çünkü yaptıkları işler kötüydü. (Yuhanna 3:19)
Sakallı bir adam etrafındakilere bir şeyler anlatıyordu. “Bir mağaranın girişinde durup arkası Güneş’e dönük kişi Güneş’i hiç görmemiştir.” diyordu.
“ Önündeki mağara duvarına yansıyan kendi gölgesini görmektedir. Bu kişi duvardaki gölge ve ışığı gerçeğin kendisi zanneder. Oysa gerçek, Güneş ve kendi bedenidir.”(İdealar Âlemi)
Gerçek görünümlü gölgelerin içinden geçiyordum. Ama gerçek neydi, neredeydi? Gördüklerimin gölge olduğunu nereden biliyordum? Ben gerçek mi, gölge miydim? Ben kimdim, neydim, var mıydım? Sorular arttıkça korkunç bir uğultuyla akan zamanın hızı daha da artıyordu. Sesler…“Bütün şekilleri, rüyalar âlemini yaratan sensin. (Svetasvatara Upanişad S. 8)
Altından bir buzağı yapmışlardı Horev’de. Kendi yaptıkları puta tapıyorlardı. Tanrının yüceliğini ot yiyen öküz putuna değiştiler. (Mezmurlar 106:19) Bir adam sırtına çarmıh yüklenmişti. Koyun gibi kesime götürülüyordu. Kırkıcının önünde kuzu nasıl ses çıkarmazsa o da öyle ağzını açmıyordu. (Elçilerin İşleri 8:32)
İnsanlar doğuyor ölüyor, doğuyor ölüyordu. İnsanlar bir silinip bir görünüyordu. Öfkeli çığlıkların arasına bazen incecik yakarışlar karışıyordu. Seni bulan kişi huzura ve ölümsüzlüğe ulaşır. Kötülüklerden arınır. Bütün evren senin görüntün, bütün kutsal metinler soluğundur. Om… Huzur huzur huzur. (Svetasvatara Upanişad S. 8) Başka bir adam “Bir elime Ay’ı bir elime Güneş’i koysanız ben davamdan vazgeçmem!” diyordu etrafındakilere.
Devletler kuruluyor, devletler yıkılıyordu. İnsanlar devlet için can veriyor, can alıyordu. Hırsla saldırıyorlardı birbirlerine. Hiç kimse galip gelmiyordu. Bir taraf az, diğer taraf fazla yeniliyordu. Yaşam bir itiş kakış, çatışma olduğu sürece acıdan başka bir şey getirmiyordu. (Zen Budizm S.14)
Akıp giden zamanın gel gitleri arasında yarım ay şeklinde oturmuş bir topluluk gördüm. Sarıklı bir adamı dinliyorlardı. Burnuma gül kokusu geldi. “Bütün varlık ondan başladığı gibi yine ona döner.” (Fusus’l-Hikem S.18) diyordu.
“…Ayan-ı sabite.” (Fususu’l-Hikem S.18) diyordu.
“…İşte bu mahlûka insan adı verildi.” (Fususu’l-Hikem) diyordu.
Kulağıma değişik sesler gelmeye başladı. Kişneyen atların yerini motor sesleri aldı. Elbiseler şıklaştı, bedenler semizleşti, uzaklar yakınlaştı. İnsanlar uçuyordu. İnsanlar geçiyordu ışık hızını. İnsanlar açıyordu bilimin kapılarını. Ama insan, aynı insandı. Kan dökmeye devam ediyordu. Eskiden kılıç çekip yaylarını gerenler (Mezmurlar 37:14), şimdi tetiğe basıp pim çekiyordu. Gökyüzünden bomba yağıyordu. Yüzlerce insanı öldürmek bir düğmeye basmak kadar basitti. Tabiatı ifsat ediyorlardı. Ormanları yağmalıyor, akarsuları kurutuyorlardı. Onlar sapkınlık hükümdarlığını elinde bulunduruyor, karanlığın yolundan yürüyordu. (Ölü Deniz Yazmaları-Kurallar 19-20)
Yüzyılların yorgunluğu vardı üzerimde. Bir evin balkonuna kondum. Pencereye yaklaşıp içeri göz gezdirdim. Bir çocuk tabletten oyun oynuyordu. Bir kadın telefonla sosyal medyada geziniyordu. Bir adam televizyondan haberleri izliyordu. Haberlerdeki adam küçücük, ölü bir bedeni kucağında tutuyordu. Sesler… Selam sana ey ulu Atman! (Prasna Upanişad S.37)
Cevabını bulamadığım sorular tekrar zihnime üşüştü. Ben kimdim, neydim, nereden gelip nereye gidiyordum? Aklımda bazen şimşek gibi çakan bir şeylerin olduğunu fark ediyor ama bunun ne olduğunu anlamıyordum. Onu anlasam tüm gerçeği kavrayacaktım. (Zen Budizm S.67) Gördüklerim bir kâğıt üzerindeki şekillerden ibaretti sanki. O kâğıt gözlerin görüp kulakların işittiğini gözlerin görmeyip kulakların işitmediğinden ayırıyordu. Sesler… Sema sensin, yüce brahman sensin. (Svetasvatara Upanişad S.147)
Uçmaya devam ettim. Zaman… İnsanlar… Arabalar hızlandı. Arabaların yerini uçan arabalar aldı. İnsanların beynine çip takıldı. İnsanlar robotlaşmaya… Robotlar insanlara… Gece kelebeği sensin, kırmızı gözlü tavşan sensin…(Svetasvatara Upanişad S.148)
Büyük bir PATLAMA!
Devletlerin silahlanma yarışı Dünya’nın sonunu getirdi. Yerle bir oldu Dünya. Dağlar pamuk gibi savruldu, denizler akvaryum gibi çalkalandı. Dünya dev bir meşale gibi yandı. Şehirler yıkıldı, ülkeler yok oldu. Kimileri kuş gibi dağlara kaçtı. (Mezmurlar 11:1) Fakat ölüm onları orada da yakaladı. İnsanoğlunun yüzyıllarını vererek kurduğu medeniyet hiç olmamış gibi oldu. Yeryüzünde yaşayan sadece birkaç yüz insan kaldı.
Âdem de onlardan biriydi. Olanlar karşısında şaşkındı. Günlerce ne yaptığını bilmeden düşüncelere dalmıştı. Yemiyor, içmiyor, düşünüyordu. Neden bu olaylar yaşanmıştı? İnsanlar neden yaşamış, neden ölmüştü? Medeniyet neden yok olmuştu? Bir şey vardı zihninde. O şeyin ötesi mutlak yokluktu. (Fusus’l-Hikem S.10) O şeyin ne olduğunu çözse bütün soruların cevabını bulacaktı. O şeyin temiz bir kalp ve duru bir zihinle çözüleceğine karar verdi. Arınmak için kırk gün boyunca karanlık bir yere kapandı. Düşünme kabiliyetini geliştirdikçe kar kristallerine, ateşe, dumana benzer şekiller görmeye başladı. (Svetesvatara Upanişad S.144)
Ne kadar uğraşırsan uğraş nirvanayı samsaranın dışında bulamazsın. (Zen Budizm S.45)
O gün arınmak için girdiği karanlık yerden çıktı. Gözlerini kısarak güneşe baktı. Kafasındaki sorular hala cevapsızdı. O sırada eşi Havva geldi. Elinde elma vardı. Gülümsedi. Elmayı kocasına verdi. (Genesis 3:6)
“Kendini helak edeceksin. Şu elmayı ye, kendine gelirsin.”
Elmayı eline aldı Âdem. Ağzına götürdü. Isıracakken elmanın içinde bir adam gördü. Kökü yukarıda, dalları yere sarkmış bir ağacın yanında ayakta duruyor, elinde elma tutuyordu. Yanında bir kadın vardı. Bu nasıl elma, diyecekken elmayı kendisine getirenin kıkır kıkır gülerek kaçan şeytan olduğunu fark etti. Rüya ve karmik hayallerin (Tibet’in Ölüler Kitabı S.5) etkisiyle aklı karmakarışıktı. O zaman hatırladı Havva’nın yıllar önce öldüğünü.
*
Uyandığında kendisine gülümseyen HAVVA’yı gördü. Sanki yüzyıllardır uyuyordu. “ Bir rüya gördüm…” dedi yattığı yerden doğrulurken.
“Hiçbir şey yoktu önce. Bir yarılma oldu. Sayısız insanla doldu yeryüzü. Birbirlerini öldürüyor, kendilerini doğru yola çağıranları dinlemiyorlardı. Büyük bir patlama oldu, bütün insanlar öldü. İnsanların çok azı hayatta kaldı. Âdemi gördüm. Elindeki elmayı…”
“Sen uyurken…” diyerek sözünü kesti HAVVA.
“Burnundan sineğe benzer bir şey çıktı. Hayat ağacındaki Dünya Elmasına kondu ve kayboldu. Birkaç saniye sonra elmadan geri çıktı. Uçarak geldi ve burnuna girdi.”
“Hâlbuki rüyamda yüzyıllar geçmişti” dedi ÂDEM şaşkın bir halde.
Ayağa kalktı ve kökleri sonsuzlukta kaybolan dalları yere sarkmış hayat ağacına yaklaştı. Burada sonsuza dek HAVVA’yla mutlu bir halde yaşayabilirlerdi. Ama içinde bir boşluk… Bir şey vardı. Bir türlü anlam veremediği bir şey…
“Sen rüyanda gerçeğin gölgesini gördün…” diyerek konuşmasına devam etti HAVVA.
“ Öyleyse gerçek nerede?” diye sordu ÂDEM dalından kopardığı Dünya Elmasını elinde tutarken. Onu ısırmamak için kendini zor tutuyordu. Tam o anda elmanın içinde, elindeki elmayı ısırmak üzere olan Âdem’i gördü.
“Etrafına bir bak” diye karşılık verdi HAVVA.
“Öyle mi dersin…”
Âdem elindeki elmayı fırlattığı anda ÂDEM de Dünya Elmasını sonsuzluğa fırlattı.
Bir anda her şey yerle bir oldu. Dünya ufalanıp toz oldu. Gezegenler, Güneş… Hallaç pamuğu gibi savruldu. Yıldızlar pul pul döküldü. Uzay eridi bitti.
Her şey küçüldü küçüldü…
Noktaya dönüştü…
Ve başladığı yere geldi…
Başlangıçta hiçbir şey yoktu…