Binlerce kilometre ötede, Zanzibar’da, yaşadıkça kendini açan hikâyelerle karşılaşıyorum. Bir bakış yetmiyor anlamaya. Düğüm çözmek gibi, çözerken bazılarını düğümlemek gibi. Bu hikâyelerden bazısı yarım, belki de başka hikâyeyi tamamlamak için. En belirgin özelliği duvar kalıntıları. Nasıl mı?
Kendini saklayan detaylarla karşılaştığım için tekinliğine bakmadan az seçilmiş yollara sapıyorum. Yarım kalmış, bazen bir duvarı bazense çatısı olmayan birçok ev görüyorum. Bazısı yıllardır öyle durur, bazısı her ay tama doğru yol alır. Dışardan görüldüğünde parasızlık gelir ilk akla. Gerçekten bir kısmı da öyledir. Fakat birçoğunun altında başka bir neden yatar. Evlenebilmek için muhakkak evin olması gerekir. Başka türlü kavuşamazsın. Bu yüzden önce iş bulmaya çalışırsın. Bulduysan şanslısın. Yoksa balıkçılık ile geçinmeye muhtaçsın. Hint okyanusunun medcezirinde dalgaların getirdiği ahtapotu, midyeyi, birbirinden cins balıkları, yer yer de yosun toplarsın. Satarsın da karnını zor doyurursun. Velev ki tekneyle balığa çıktın, rast gele dileğinin yerine gelmesini beklersin. Kazandın diyelim parayı, kazancının büyük çoğunluğunu ev yapmaya harcarsın. Birkaç ay bir duvar için çalışır. Kazandığın parayla evinin bir duvarını tamamlar, sonraki aylarda diğer duvarlarını yaparsın. Evin tamamlanması uzun bir vakit alır. Eğer ki sevda yarım kalmışsa, ayrılık kapıyı bir nedenden çaldıysa o ev yarım kalır. Sokaklar, bir sevda mezarlığı gibidir: Yarım kalmış hikâyelerin duvarları. Başka bir hikayeyle yamalanır. Yeni bir sevda filizlenir, devam eder evine. Bu da kız için sıkıntılı olabilir. Evlenince önceki sevda için yapılan duvarı daha gölgeli bulur, boyamayabilirler de. İçten içe sinirlenir duvara. İçten içe yıkmak ister onu. Kabullenir sonunda. Sıcak coğrafyaların en büyük özelliği kabullenmesidir. İstisnaları ayrı tutarak, mücadeleden çekinmesi.
Bir de sevda bulmadan ev yapmaya başlayanlar vardır. Böylelikle çevreye evliliğe niyetli olduğu haberini salar. Birçok bakış sığar içine. Birçok umut. Acabalar peşini bırakmaz. Çok da uzun sürmez. Burada çoğunlukla sevdalar pamuk ipliği gibi bağlanır, ki sonuç açıktır.
Yarım kalmasının başka bir nedeni de çok evlilik düşünenlerin evi geniş yapma başlangıcıdır. Ceplerinde umuttan başka bir şey olmadığında da yarıda kalır evler. Bunun bir nedeni ise büyük ailenin olması kuvvet göstergesidir. Fakat iş olmadığı için doğan çocukların fakirliğe yakınlığı artarak devam eder.
Az seçilmiş yollardan düğünlere sapıyorum. Düğünlerde kapı ve araç önünde para isteniyor. Damat tarafının kadınları aynı elbiseyi giyiyor. Damat, top top kumaş alıyor, elbiseleri diktiriyor ve yakınlarına dağıtıyor. İkinci dereceden, üçüncü dereceden fark etmeksizin, elbisenin parasını istiyor. Aynı elbiseden onlarca kadını gördüğün nadir anlardan birini yaşıyorsun. Bazı kurallar vardır tabii, düğünden önce başka yerde giyemez o elbiseyi, açık renkli ve girift desenlidir. Düğün bir yerden sonra dans etmeye kayıyor. Bu coğrafyada gördüğüm en şaşırtıcı olay da budur. Bir etkinlik de olsa, bir düğün, mevlit, doğum günü, buluşma, masal anlatımı, sonu hep aynıdır. Dans, yaş fark etmeksizin başvurulan bir eğlence aracıdır. Notalarla ayakların senkronizasyonu ve yüzlerindeki keyif bunu anlamak için yeterlidir.
Kadınların kucaklarında kaşları tek bir çizgi halinde boyanan çocuklar dikkat çeker. Oldukça gülünç görünür. Çirkin görünmesi için yapılır. Çocukları nazardan korumanın bir yöntemidir.
Takı töreni yoktur. Damat ve gelin tanıdıklarını arar, bana yardım et der. Sen şu kadar ver der. Para toplar parça parça. Yardım alma ve isteme alışkanlığı kültüre dahi yerleşmiş, normalleşmeye dönüşmüş.
Sokakta yürürken beni parmaklarıyla göstererek mzungu (beyaz) demeye başlıyorlar. Ten rengim ilgilerini çekiyor. Bunun gibi farklılığımızı vurgulayan örneklerle karşılaşıyorum. Onlardan biri, Svahilicede merhaba. Oldukça fazla anlamı var, selamı zengin bir dil. Beyaz görünce jambo, tanıdıklarına habari diyorlar. Sokak aralarında jambo diye seslenen, el sallayan, elini uzatan, dokununca yüzü gülen çocuklarla karşılaşıyorum. Cuma namazlarında, baş parmağını benim ayaklarıma değdirerek gülen, beyaz olduğum için Müslümanlığıma şaşıranları görüyorum. Bir de çocukların gözlerinde yardım alacak bir insan kalıbında olduğumu biliyorum. İlginin muhtemel gelecek hediyelere olduğunu da. Buna çok üzülüyorum. Birlikte vakit geçirmeyi seviyoruz. Aralarında korkanlar da oluyor. Doğum günlerine gittiğim bir gün, çocuklardan biri şiddetli ağlamayla, nefes nefese kaldığını hatırlıyorum. Sebebini sorduğumda ten rengimden korktuğunu öğrenmiştim. O esnada yüzümü boyamak istemiştim. Ya da gizlenmek.
Düğün bitiyor. Bir gün sonra akşam üstü tanıdık insanlar elinde yemek çeşitleri, mango, muz, Hindistan cevizi, kaju ne bulursa getiriyor. Hepsi ortaya seriliyor. Önce ev sahibi alıyor, geri kalanını yanında getirdiği kaplarla gelenler paylaşıyor. Aynı poşette hepsi birbiri içine karışıyor. Sonraki günlerde geçim derdi ana gündem konusu oluyor. Yaşamak geçinmeye çalışmakla yürüyor. Hiçbir hikâye yarıda kalmıyor, başka birinin parçası oluyor. Yarım kalmış evler yeni bir hikâye arıyor. Yolum tekrar ana caddeye bağlanıyor. Duvarların boyası içini gizliyor.