Pek çok kez duydum, belki siz de bu durumdan yakınıyorsunuzdur; bazı metinleri ilk okuduğumuzda anlamayız. Özellikle Marquez’in Yüzyıllık Yalnız’ı, Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Faulkner’ın Ses ve Öfke’si gibi. Ortak bir sorun olarak görüldüğü ve bir çözüme kavuşturulmak istendiği için buna ilişkin pek çok tavsiye üretilmiş. Bunlardan en bilineni ve söyleneni: “Beş sene sonra bir daha oku.” ya da “Kırkından sonra bir daha oku.” Peki ne oluyor öyle yapınca, ne değişiyor? Metin aynı metin. Biz mi değişiyoruz, değişiyorsak nasıl değişiyoruz? Kilit soru: O metinleri anlayacak şekilde değişeceğimizi onlar nereden biliyor?
Hepsini daha okurken cevapladığınızın farkındayım ama cevaplamayın. Az sonra yapacağım izah ve detayına indiğimde göreceğimiz gerçek ancak konu hakkında çıkmazdaysak anlaşılabiliyor. Tersi bir durum da mümkündür tabii, kişi hırsıyla da anlayabilir. Ama geçer. Hırs, anlamın süzüleceği damarları kapatır. Kapatmasın, oralardan bizzat anlam geçsin. Bilinsin istediğim çabam bu.
O zaman konuya geçelim. Soru şu:
Biz sizi ne zaman okuyalım Marquez, Atay, Faulkner?
Önce tavsiyelerin olumlu/olumsuz yanlarını irdelemek istiyorum. Sözlükte tavsiye, yol gösterme, öğütleme; bir kimsenin, bir şeyin iyi, işe yarar olduğunu belirterek onu birine salık verme, anlamlarına geliyor. İkinci açıklamadan gidelim, “bir şeyin iyi, işe yarar olduğunu belirterek onu birine salık verme” salık vermek demek de haber vermek, söylemek demek. Kemal, sekiz yaşından beri kitaplarla haşır neşir olan ve bize örnek vererek konuyu açıklamamızı sağlamamıza yardım eden bir abimiz olsun. Bu abimiz edebiyatın doğası gereği bir şeyler anlatma yoluyla aktarmak ve kendini tatmin etme duygusundan kopamayacağı için ne kadar tevazu sahibi olsa da bildiklerini, öğrendiklerini, bu yaşa kadar gelirken yaptığı hataların doğrusunun ne olduğunu, bir edibin mutlak surette izleyeceği yolu anlatmak isteyecektir. Ona bunların sorulup sorulmamasını da dikkate almayacak, her edebiyat konuşmasını bu yöne doğru eğmeye çalışacaktır. Biz Kemal’in diksiyonunu, anlatış biçimini, jestini, mimiğini, ne zaman acıyla sırıttığını, ne zaman mutlu bir şekilde sırıttığını, hangi konuda sesinin ciddileştiğini, hangi konuda alay eder gibi yumuşadığını görürcesine onu takip edersek edindiği tecrübeye dair çıkarımlarımız artar ve bunların doğruluk payı da yüksek olur. Neticede Kemal, usta bir yalancı değil, tevazu sahibi bir yazardır. Yaşadıklarını sadece zihninde değil, hâlinde de taşıyor olacaktır. Tevazu sahibi bir yazar deyince de hemen kolları vücuduna yapışık sağa sola kıvrılan bir tip geliyor bazılarımızın aklına. Gelmesin, onlar tevazudan değil kibirden kıvrılıyorlar. Kemal gayet aklı başında tevazu sahibi bir abimiz. Kolları vücudundan ayrık ve sırtı da dik. O yüzden dikkate değer dedikleri. Mantıklı da konuşuyor. Sözü de kuvvetli. Diksiyon tamam. Bilgi tamam. Tecrübe tamam. Ama bir şey eksik, ne o?
Kişisel gelişim ya da psikoloji yazıları genelde şu yukarıdaki son cümlelerin tarzıyla yazıldığı ve sonrasına kesin bir çıkarımla bize hayatı filan öğrettiğini iddia ettiği için sizin de bu yazıyı okurken böyle bir kaygıya kapılmanızı istemem. Ben sizi bazı konularda rahatsız etmek için yazıyorum. Huzursuzlanmazsak bir şey öğrenemeyiz çünkü. Rahatlığın insanı cahilliğe iten bir yanı var. Ondan uzak olalım. Dinlenelim ama rahatlamayalım, ferahlayalım. Bu kelimelerin farklılığı ve birbiri yerine kullanılamazlığı üzerine başka bir çalışma yapılmalı belki. Başka bir denemede değinmeli, şimdi konuya dönelim.
Bir şey eksik, ne o? Kemal verdiği her tavsiyesinde doğru, mantıkçı, birikimli, dinamik, ayakları yerde gözükebilir. Onu dinleyenler ondan aldıklarıyla hayatlarının mutlak boşluklarını kapatabilir. Yani Marquez’i anlamadıysan bir de kırkından sonra oku, tavsiyesi makul ve mantıklı olabilir. Aslolan budur, denebilir. Bu birisi için çözümdür ve genel için de çözüm olacaktır denebilir. En nihayetinde bunların hepsi birer olasılık. İşte burada ilk düğüm atılıyor. Düğüm, bunun bir olasılık olması. Kemal bu düğümün atıldığını duyunca şaşırıyor. Onca birikimine haksızlık edilmiş gibi kendisini savunmaya geçiyor. Ağdalı cümleler kuruyor, farklı kelimelerle kendisinin daha bilgili ve daha anlaşılamaz olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Hani zaten şimdi şu cahilliğinizle anlamazsınız da ancak benim gibi bir ilmî tedrisattan geçerseniz anlarsınız demeye getiriyor. Hâli böyle diyor. Haksız mı, haklı, içinde doğruları var ama onu hataya sürükleyen kibri. Güvendiğinin kendisinden olmayışı. Bilgiyi satın alırız, ruhsa bizimdir. Nasıl cümle ama. Dikkatli okusanıza bir daha. Okuyalım. Bilgiyi satın alırız, ruhsa bizimdir. Yani dedikleriniz sizin dışınızda mantığınızın bazen içinde bazen onun bile dışında şeylerdir. Ruh ise uzunca müddet sizle olan, hem yaşam hem anlam mücadelesi veren, tepkileri daha gerçekçi, daha samimi bir varlık. Bizden diyorum, çünkü herkese içkin olan o. Kemal’in kendisini diğerlerinden ayrı görmesinin sebebi aldığı ilmî eğitim değil, sadece o değil. Aynı zamanda başka kimsenin onun anladıklarını anlamayacağını ona hissettiren o his. Ruhun bilip, bilgiden saydığı o his. Çok ince bir çizgi, insan gerçekten aldanmışsa bu hissini bile bilgiden sayar. İnsan zaten gerçekten aldanmışsa ona acınır. Acınmalıdır. Aldandığının daha yaşıyorken ona kötü gelmesini istemeliyizdir. Ondan tiksinsin istemeliyizdir. Umulur ki bunda muvaffak olur. Kalbi mühürlenmeden ruhunu teskin etmenin bir yolunu bulur.
Peki Kemal aradığını buladururken biz büyük eserleri hangi yaşımızda okumanın hesabını mı tutalım? Ne yapmalı? Meselenin bir başka konusu gibi duracak ama öyle değil, bu sorulara cevap bile olacak şimdi söylediğim. Biz aslında birtakım kült eserlerin belli bir yaş, deneyim, tecrübe istediğini söyleyerek okura bu kült metinlerin belirli hayat kademelerinden geçmekle anlaşılacağını dikte etmiş oluruz. Tutunamayanlar’ın Selim’ini anlamak için onun hayatına yakın yerlerde dolaşmış olmak bir ön şart kabul edilebilir ancak kim yaralanmadan çıkar ki hayattan? Selim gibi kim yaralanmadı, hayatın durgun gerçekliği karşısındaki his kaybını kim yaşamadı? Bazı şeyler denk gelir, yaşanılanların biçimsiz eşitliği diyelim buna. Biçim olarak birbirinden apayrı şeyler ancak özde aynı şeye hitap ediyorlar. Bir başka yan karakter ekleyelim, okurumuz olsun. Okurumuz Mehmet hiç iki katlı bir gecekonduda (Tehlikeli Oyunlar) yaşamamış hatta gecekondulu bir hayatın içinde hiç olmamış olabilir; kendisi plazaların, büyük avmlerin ve katlı otoparkların arasında bu hiç deneyimlemediği hayatın köşelerine bakar durumdayken büyük bir anlamsızlık yaşar der miyiz? Anlamsızlıktan kastım, metin içindeki detaylardan kopukluk. Bunun mantıklı olmadığını düşünenlerdenim. Halit Ziya’yı şu zamanda okuyup anlıyor muyuz? Anlıyoruz. Oğuz Atay’ı okuyor ve anlamıyor muyuz? Anlamıyorsak bunun tek sebebi insan ömrü gereği henüz karşılaşmadıklarındır demek bana makul gelmiyor. Hiç belediyeyle işin olmadıysa o devlet dairesi sahnelerini anlaman zorlaşır demek bana sahte geliyor. Velev ki en alasını yaşamış olalım. Atay’ın anlattığını anlamak açısından okurlar bu çeşit bir bilgiden sınanır ve sıralanır mı? Sayın okurlar az sonra size hayattan örnekler vereceğim ama hiç benzer durumlarda kalmadıysanız beni anlamazsınız denir mi?
Başka bir örnek, Sait Faik gezdiği İstanbul caddelerini öykü içinde anlatırken onun Anadolu dışına çıkmamış bir okuru onu anlayabilir mi hiç, demek ne kadar doğru? İstanbul dışına çıkmamış okuruna, hatta bizzat yazarın bahsettiği yerlerden defalarca geçen okuruna, onu çok iyi anlayabileceğini söyleyebilir miyiz? Bu yaptığımız zorlama değil de ne? Yaşadın ya hani sen bunu, bilirsin, gördün bir kere, tattın, dokundun, sen anlarsın demek…
Hislendiğimiz her şeyi tüm ayrıntılarıyla yaşadığımızı düşündüren şey ne bize?
Şahsen yazarın böyle bir güdüyle hareket ettiğini düşünmüyorum. Çok şahsi ve çok karşıt düşünceyle alt edilebilir bir görüş benimkisi. Sinsi bakışlara karşı anlattıklarım zaten birçok hata da barındırır. Ancak bu katmanın dışında bir şeyleri anlamlandırma çabası içinde olanlar demeye çalıştıklarıma bir bakıma değer verecektir.
Beklemekle gelir dediğimiz gelir mi? On sekiz, on dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki…
Nereye kadar?
Siz deneyimin gelmesini beklemeyin, okuyun. Belki okurken yaşayacaksınız, belki düşündükçe benzer hisler yakalayacak, yaşanılanların biçimsiz eşitliğine tutulacaksınız…
Anladığınızı düşündüğünüz yerleri muhtemelen anlamıyorsunuzdur da kendi hayatınızdaki şekliyle kavrayınca kıymet veriyorsunuzdur. Yani yazarın anlattığı o kadar büyülü değildir de sizdeki o güzeli dürtecek kadar uzundur diye aslında dertlenmişsinizdir, yorumlarına katılmakla birlikte bu yorumların metni, metinle yazarı bağdaştırmaya bayıldığımız için hâliyle yazarı, küçülttüğünü düşünüyorum. Yazar bilmiyor diyemeyiz, metin yazarın bilmediğini düşündürecek kadar anlamlı, diyebiliriz. Ama bu da her metin için denmez tabi. Burada kıyas ve önsezi sizde. Okurunuza, yazarınıza karşı ne kadar merhametli olacağınıza siz karar vereceksiniz ve neyi ne zaman okuyunca anlayacağınızı siz bileceksiniz.
Neticede ne Atay ne Faulkner; onlar sadece anladıklarını yazdılar. Yazdıklarını anlayacak olanlarsa bizleriz (zorunda değiliz ayrı konu). Zaman ve mekanla sınırlanmayarak.