Ahmet, cenaze evinin avlusunda oturuyor; soğuk, ayazdan çok insanların ruhundan sızıyordu. Gri gökyüzü başlarının üzerinde asılı kalmış, yağmurun yağacağına dair belirsiz bir tehdit oluşturuyordu. Ahmet etrafındaki insanları incelerken bu kalabalığın içinde duran bir yabancı gibi hissettikendini. Ölüm, herkes için bir gerçekti lakin herkesin ölümle ilişkisi başkaydı. O muammalar muamması; kimi için bir yok oluş, kimi için kurtuluş, kimi için ise korku sağlıyordu. Ama çoğunluk için ölüm, günlük hayatın kenarına bırakılmış bir not gibiydi. Onu, üzerinde fazla durmadan önünde sonunda kabul edilecek bir gerçek gibi görmek gerekiyordu. İşte insanlar dakonuşmalarını bu gerçeğin etrafında döndürerek ölümü gizlemeye çalışıyorlardı. Ahmet, onları dinlerken konuların cenazeyle alakasızlığına şaşıyordu. “Yeni ev kredileri çok yükselmiş.” diyordu bir adam. Yanındaki kadın başını sallayarak “Bizim çocuk dershaneye başlayacak ama fiyatlar uçmuş.” diye ekliyordu. Ahmet, insanların yüzlerinde ölümün getirdiği hiçbir derinliği göremiyordu. Ölüm, insanlara hem bu kadar uzak hem de nasıl tanıdık gelebiliyordu. Kalabalığın ortasında durup hayatı sorgulamak için cesareti olmayan bir toplumun yüzleri, diye düşündü. Belki bu yüzden ölüm, onlar için basit bir tören gibiydi. İnsanlar tabutu görüyor, bildikleri birkaç sureyi okuyup birkaç dua mırıldanıyor, ardından hayatlarına devam ediyorlardı. Ahmet ise duramıyordu, devam edemiyordu. Ölüm, onun zihninde bir sona işaret etmiyordu. Daha çok, cevaplanmamış soruların biriktiği karanlık bir oda gibiydi. Bu odanın kapısı her zaman aralık kalıyor, içeriden gelen uğultular Ahmet’in zihnini kemiriyordu.
Cenaze evinin içine adım attığında odalardaki rutubet kokusu hemen burnuna doldu. Bir yerlerden biliyordu bunu: geçmişin kokusuydu. Ev yaşlı bir insanı andırıyordu sanki: yılların ağırlığını taşıyan duvar kirişleri kambur duruyor, tavanlar saçları akla kara arasında giden bir insanın başını andırıyor ve zamanla sararmış çerçeveler derideki lekelere benziyordu. Peki, bu ev neresiydi, kimin eviydi? Ahmet kimin cenazesine gelmişti? Bir sela duymuş, adresi öğrenmiş daha sonrasında cenaze çadırından cenaze evi olduğunu anlamıştı. Tanıyor muydu rahmetliyi? Belki. Belki de sokakta yan yana yürümüş, karşıdan gelirken selam vermişti. Bir büfeden ekmek alırken ona öncelik tanımış, bayram namazından sonra sıraya girip onunla tokalaşmıştı.
Ahmet, duvarda asılı duran bir fotoğrafı fark etti. Eski bir fotoğraftı bu, belli ki burada yıllar önce çekilmiş bir bayram kahvaltısına aitti. İnsanlar; birbirinden güzel giysileri içinde yüzlerine neşe yerleştirmiş, gözlerini fotoğrafın objektifine dikmişlerdi. Ama Ahmet, o yüzlerde bayram neşesi ifadesinden çok bir görev bilinci görüyordu. İnsanlar, bayram sabahlarında bile rol yapmayı bırakmıyorlardı. Fotoğrafa uzun süre baktı. Bu insanların şu anda nerede olduklarını düşündü. Belki hiçbiri hayatta değildi. Belki hepsi, şu an içinde olduğu bu binanın başka bir odasında, başka bir yatakta ölü bir şekilde yer almıştı. Ölüm, insanların hayatlarını alt üst etmeden onları sessizce alıp götürüyordu. Ama ölümden sonra ne vardı? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Bilmek isteyenlerse çoğunlukla kendi korkularıyla baş başa kalıyordu.
Ev verdiği bunaltıyla cenaze evi havasını oluştursa da içeride konuşulanlar hiç cenaze evine yakışır cinsten değildi. Dışarıdakine benzer sohbetler burada da devam ediyordu. “Altının fiyatı dört bin lirayı aşmış.” dedi bir ses. Ahmet’in yanından ağlayarak bir çocuk uzaklaştı. Kadınlar, mutfaktan sürekli misafirlere bir şeyler ikram etme derdindeydi. Erkeklerin arasından homurtuyla “Hepsi birbirinden leş! Olan bize oluyor.” diye bir söz işitti. Bu evde bir cenaze vardı belki ama ölüm yoktu. Ölüm gelmiş, görevini yapmış ve orayı terk etmişti. İnsanlar da onun bıraktığı yerden hayatlarına devam ediyorlardı.
Ahmet, pencereden dışarıya baktı. Yağmur, ince ince başlamıştı. Damlalar pencerenin kirli camında izler bırakıyor, ardındaki avluyu bulanıklaştırıyordu. İnsanların hareketlerini izlerken çocukluğuna gitti zihni. Çocukluk yıllarında yağmur, onun için bir sığınaktı. Toprak kokusu, yağmurun ardından havaya karışır ve dedesiyle yaptığı uzun sohbetlerde bu kokunun huzurunu hissederdi. Dedesi, ona hep aynı hikâyeyi anlatırdı: “Evlat” derdi, “insan bu dünyada ne ev sahibidir ne de kiracı. Biz burada sadece misafiriz. Bir gün, her misafir gibi, bizim de gitme vaktimiz gelir.” Ahmet, o zamanlar bu sözlerin anlamını tam olarak kavrayamamıştı. Ama şimdi, ölümle bu kadar yakınken ya da ölümün bir süre önce bu mekânda bulunduğunu hissederken dedesinin sözleri zihninde yankılanıyordu. Ahmet, bu dünyada bir yere ait olamamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Çocukluğundan beri kendini hep dışarıda hissetmişti. Oyunlara katılamayan, sohbetlere dahil olamayan, kendi dünyasında yaşayan bir çocuktu. İnsanlar, onu ya garip bulur ya da görmezden gelirdi. Zamanla bu his gençliğine taşındı. Hayatı boyunca hiçbir topluluğa ait olamamış, her zaman bir kenarda durarak dünyayı izlemeyi seçmişti. Ama bu izleme, onu daha da yalnızlaştırıyordu. İnsanların yaşamın karmaşası içinde bulduğu anlamı, o asla bulamıyordu.
Avluda koşan çocukların kahkahası kulaklarına çalındı. Onlara baktı. Bu çocuklar, ölüme bu kadar yakın bir yerde nasıl bu kadar neşeliydi? Belki de henüz ölümün ne olduğunu anlamayacak kadar masumdular. Ahmet, çocukluğunuözlediğini hissetti. Ama bu özlem, çocukluğunun kendisinden çok o zamanki masumiyetineydi. Şimdi her şey bir dağ gibi üzerindeydi. Hayatı boyunca yaptığı hatalar, verdiği yanlış kararlar, söyleyemediği sözcükler, kuramadığı cümleler ve hep boğazında takılıp kalan o his… Hepsi, bir pişmanlıklar yığını hâline gelmişti. Bu pişmanlıklar; zamanla içinden çıkılmaz bir dağa dönüşmüş, Ahmet’i de altına gömmüştü. İnsan, neden bu kadar hata yapardı? Neden geçmişi taşımak bu kadar zordu? Ahmet, pişmanlıkların aslında insanın geçmişle hesaplaşması olduğunu düşündü. Ama bu hesaplaşmanın bir sonu var mıydı? Yoksa insan, o dağın zirvesine asla ulaşamadan yaşamaya devam mı ederdi ya da ölmeye?
Cenaze evinin içinde dolanırken koridorların daraldığını fark etti. Koridorun sonunda küçük bir kapı vardı. Kapıya doğru ilerlerken ayak seslerinin yankısı derinleşti. Kapıyı itip dar bir odaya girdi. Oda, diğer yerlere göre daha sessizdi. Ortasında eski bir masa duruyor; masanın üzerinde yanmakta olan bir mum, odaya hafif bir ışık yayıyordu. Pencere kenarına oturup dışarıya baktı. Yağmur hızlanmıştı. Damlalar, pencerenin dışındaki dünyayı görünmez hâle getiriyordu. Dışarısı artık yağmurdan görünmüyordu. Cenaze çadırında da kimse yoktu. Çocuklar dağılmıştı. İçeriden ise hâlâ bazı sesler duyuluyor, burnuna çay ve yemek kokuları geliyordu. Ahmet, pencereden gördüğü bu belirsizlikte bir huzur hissetti. Belki de bu dünya onun için hep net olmayan, ulaşılmaz bir yerdi.Yine de içinde bir özlem taşıyordu. Bu özlem, bir yere ya da bir insana ait değildi. Hiç tanımadığı, hiç görmediği ama bir şekilde bildiği bir yerdi. Orası neresiydi? Ahmet bilmiyordu. Belki ölümden sonraydı, belki de sadece hayal gücünün bir ürünüydü.
Cenaze evi, sessizliğe bürünmüş, insanlar birer birer dağılmaya başlamıştı. Ahmet, bu mekâna son bir kez baktı. İnsanların ölüm karşısındaki rahatlığını anlamıyordu ama belki de onların bu kadar rahat olmasının sebebi, ölümün kaçınılmazlığıydı. Ölüm, herkesin başına gelecekti; bunu bilmek, insanın üzerinde bir ağırlık değil garip bir rahatlık yaratıyordu. Ahmet ise bu dünyada hiçbir zaman kendini rahat hissedememişti. Çünkü o, ne ev sahibiydi, ne de kiracı. O sadece bir misafirdi. Ve misafir, hiçbir yere tam anlamıyla ait olamazdı.
Ahmet evden çıktı, merdivenlerden inerek avluya ulaştı. Yağmur durmuş, kimse kalmamıştı. Her yer çok berrak ve çok parlaktı. Ahmet hayranlıkla etrafına bakınırken kanadı kırık bir kuş gelip omzuna kondu. Bu son mu, dedi kuşa başını çevirmeden. Kuş “Son.” diye cevap verdi.