7 Ağustos 1335’te (1919) açıklanan Erzurum Kongresi Sonuç Bildirgesi’nin sansürsüz hâlinin ilk maddesi şöyledir:
Bu sahada yaşayan bi’l-cümle anasır-ı İslamiye yekdiğerine karşı mütekabil bir hiss-i fedakârî ile meşhun ve vaziyet-i ırkiye ve ictimaiyelerine riayetkâr öz kardeştirler.
Maddeyi anlamakta zorlananlar için sadeleştirmeye çalışalım. Cümle “bu sahada” ifadesiyle başlıyor. Buradaki saha; Trabzon’u da içine alan, vilâyet-i sitte olarak adlandırılan Doğu Anadolu bölgesindeki altı vilayetle bunların çevresindeki tüm yerleşimleri ifade eder. Kısacası Anadolu’nun doğu parçasıdır. Bu parçada, yani bu sahada yaşayan tüm İslâm unsurları birbirlerine karşı fedakârlık hissiyle doludur. Bu unsurların tamamı, birbirlerinin ırkî ve kültürel durumlarına saygı gösteren öz kardeşlerdir.
Bildirgenin ilk maddesi; hem esaslı bir Türk tanımı sunar, hem İstiklâl Harbi’ni fiilen kimin verdiğini ortaya koyar, hem de bu topraklarda hak sahibi olan milletin mensuplarının kendi aralarında nasıl bir muamele içinde bulunduğunu ve bulunması gerektiğini göstererek bir gelecek ufku çizer.
Tek bir maddede bu denli derin meseleleri böylesine tatmin edici şekilde ele alan bir cümlenin, bugün ortalama bir Türk okuryazarı tarafından “anlaşılmaz kelimelerle dolu” olarak tanımlanması sorgulanmalıdır.
Bildirgenin sansürsüz hâlinin diğer dokuz maddesine de kısaca bakalım.
İkinci madde şöyledir:
Osmanlı vatanının tamamiyeti ve istiklâl-i millîmizin temini ve makam-ı saltanat ve hilâfetin masuniyeti için Kuva-yı Milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Bu cümleyi sadeleştirecek olursak: Osmanlı vatanının bölünmezliği, milletimizin istiklâlinin sağlanması, saltanat ve hilafet makamlarının korunması için Kuva-yı Milliye’yi etkin kılmak ve milletin iradesini hâkim yapmak esastır.
Üçüncü madde, Rumlara ve Ermenilere yeni birtakım imtiyazlar verilmesinin kabul edilmeyeceğini ifade eder. Böylece İstiklâl Marşı’nın, Tanzimat Fermanı’nın reddi olduğu yönündeki tezi güçlendiren bir unsurla burada da karşılaşırız.
Dördüncü madde, İstanbul’un uluslararası güçlerin baskısıyla Anadolu sahasını terk etmek zorunda kalması hâlinde, milletin haklarını güvence altına alacak tedbirlerin alınacağını belirtir.
Beşinci madde, gayrimüslimlerin can, mal ve ırz güvenliğinin; dinimizin gerekleriyle, milletimizin örfüyle ve kanunlarımızın esaslarıyla teminat altında olduğunu vurgular. Bu haklara riayet edileceğini açıkça ifade eder. Bu da Tanzimat Fermanı’na hilafına bir başka örnek olarak karşımıza çıkar. Erzurum Kongresi’nin temsil ettiği millî irade, dünyaya “ahkâm-ı din-i İslâmiye”nin penceresinden bakar; Tanzimat Fermanı’ndaki Batı’ya hoş görünme perspektifinden değil.
Altıncı madde, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte sınırlarımız içinde kalan anasır-ı İslâm’ın ayrılmaz bir bütün hâlinde öz kardeş olduğunu açıkça ifade eder. İtilaf Devletleri’nin bu kardeşliğin hukukuna, dinine ve ırkına riayet etmesi gerektiği vurgulanır.
Yedinci madde, vatanı işgal amacı taşımayan yabancı ülkelerden gelecek yardımların memnuniyetle karşılanacağını bildirir. Türkiye’nin müstemleke değil, müstakil ve hür bir irade olarak uluslararası ilişkiler kuracağını ortaya koyar.
Sekizinci madde, milletlerin kendi geleceklerini bizzat tayin ettiği bu çağda, merkezi hükümetin millet iradesine tâbi olması gerektiğini belirtir; aksi durumda böyle bir hükümetin hem içeride hem dışarıda meşruluk zemini bulamayacağını ifade eder.
Dokuzuncu madde, milletin vicdanından doğan teşkilatın adının Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olduğunu bildirir ve tüm İslâm vatandaşlarının bu cemiyetin doğal üyesi olduğunu söyleyerek İstiklâl Harbi’nin temel fikir ve yönelişini ortaya koyar.
Onuncu madde, kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye görevlendirildiğini ve bu heyetin köylerden başlayarak illere kadar uzanan tüm millî teşkilatları birleştirdiğini ifade eder.
Erzurum Kongresi’nin Sonuç Bildirgesi, İslâm dinini devlet güdümüne bırakmayan insanların var olduğunun yakın dönem tarihindeki somut delillerinden biridir. İslâm dini, Türk milletine – bildiride özellikle vurgulanan anasır-ı İslâm çerçevesinde – saltanatın ataleti karşısında hem direniş motivasyonu hem de direniş meşruiyeti sağlamıştır.
İslâm’ın devlet güdümüne sokulması ve bu yolla biçimlendirilmesi, Türk milletine telâfisi zor zararlar vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Bazen tek bir cümleyi özgüvenle kurabilmek için koca bir kitabı, hatta kitapları okumak gerekir. İslâm’ın devlet güdümüne sokulmasının Türklere verdiği zararlar ise yalnızca kitaplardan öğrenilecek bir hasılayı aşar. Bu hasılaya ulaşmak için, her şeyden önce İslâm’ı anlamak gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm, devletin elinde Türkleri sevk ve idare edecek bir aparat olmak üzere değil; bilakis milletin elinde, devlete – hangi görüşten ya da ideolojiden olursa olsun – yerleşmiş güçleri gerektiğinde uyaran ve denetleyen bir imkân olsun diye indirilmiştir. İlk inen ayetlerden biri olan “kalk ve uyar” emri, kendi hâlinde yaşayan, kimseye zarar vermeyen insanların hayatını zorlaştırmak için değil; nizamı bozan insanları uyarmaya yöneliktir. Bunlar da kâfirlerden başkası değildir. Kâfiri bırakıp yalnızca günahkârla uğraşmak, Fetih Suresi’nin 29. ayetine aykırıdır.
Bu inzalin kişisel plandaki karşılığı, birçok ayette defalarca vurgulanan “hidayet rehberi” oluşudur. Toplumsal plandaki karşılığı ise “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” düsturudur. Unutulmamalıdır ki her nefis kesbettiğine rehindir.
Dünyanın her yerinde devletlerin kişisel özgürlükleri kısıtlama eğilimi gösterdiği bilinen bir gerçektir. Bunun tarihsel örneklerini sıralamak zaman kaybı olur. Asıl önemli olan, halkların devlette yuvalanmış bazı güçlerin baskılarına karşı nasıl direnç geliştirebildikleridir. Avrupa tarihine bakıldığında, aristokrasi ve kilise gibi devletten görece bağımsız kurumların halklara bir nefes alanı açtığı görülür. Bugün geriye dönük anlatılarda bu kurumların Avrupa’yı geri bıraktığı iddia edilse de, pek çok sağduyulu tarihçi Rönesans başta olmak üzere Avrupa’nın kültürel gelişiminin temelinde aristokrasi ve kilisenin bulunduğunu kabul eder.
Türklerin elinde ise ne aristokrasi ne kilise benzeri kurumlar olmuştur. Anadolu’nun binlerce yıllık birikimi, iktisadî düzen ve İslâm dininin nizamı bir araya geldiğinde bu tür yapıların oluşması mümkün değildi. Eldeki tek imkân gaza beylikleriydi. Umur Bey’in XIV. yüzyılda Birgi’de medrese, cami, kütüphane ve aşevi gibi yapılar inşa ederek kültürel bir hamle gerçekleştirmesi ne bir istisna ne de bir tesadüftür. Osmanlı’nın tek merkezli gelişim anlayışının Cumhuriyet döneminde de sürdürüldüğü bilinmektedir. Bu çerçevede, Türk tarihinde gaza beylikleri dışında geniş bir özgürlük alanının açılabildiğini söylemek zordur. Anadolu’nun Moğol işgaline direnişi de bu hat üzerinden gerçekleşmiştir. Aynı hat, yazının başında aktarılan Erzurum Kongresi’nin sansürsüz Sonuç Bildirgesi’nde de açıkça görülür.
Eğer bu noktada “Bu bildirgenin sansürlü hâli de mi varmış?” sorusunu kendinize sorduysanız, İslâm’ın devlet güdümüne sokulmasının sonuçları az çok ortaya çıkmış demektir.
Fetih Suresi’nin 28. ayeti şöyle buyurur:
Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.
Burada “din” kelimesinin yalnızca ibadetlerle sınırlı bir tapınma biçimi değil, bizzat hak nizam anlamına geldiğini idrak etmek gerekir. Zira tapınma biçimlerinin kendi başına hangi açıdan birbirine üstün olabileceği sorusuna cevap bulmak mümkün değildir. Ancak mesele “hak nizam” olduğunda söylenecek çok söz vardır.
Fetih Suresi’nin 29. ayeti ise şöyledir:
Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû ederken, secde ederken görürsün; Allah’tan fazlını ve rızasını isterler.
Erzurum Kongresi’nin sansürsüz Sonuç Bildirgesi’nin özellikle birinci ve altıncı maddeleri bu hakikati son derece veciz bir dille ifade eder.
Türk mekteplerinde Türk çocuklarını – yani anasır-ı İslâm’ı – tarihin bu hakikatleriyle buluşturacak cesarete ve kararlılığa sahip miyiz? Ne yazık ki değiliz. Bunun temel nedeni, biçimsiz bir özden söz edemeyecek oluşumuzdur. Biçimi sahte olan özler olabilir; fakat biçimi olmayan bir öz yoktur. Türk eğitim sisteminin biçimi sorgulanmadan, özü de sorgulanamaz.
Bu sebeple kilisede oturur gibi sıralara dizilen, kitaba bakabilmek için anatomik açıdan da sağlıksız biçimde boynunu eğmek zorunda kalan bir eğitim anlayışını terk etmeliyiz. Ayakkabısız girilen, renk renk desen desen Türk halılarının serili olduğu, talebelerin mindere oturdukları ve önlerindeki rahleye baktıkları için anatomik olarak da uygun bir tarza sahip olan Türk Eğitim biçimine geçmeliyiz. Dünyaya; çocukların bedenî sağlıklarını her açıdan daha iyi koruyan ve çok daha verimli bir eğitim biçimimizin olduğunu göstermeliyiz.
