V.
Göçen Kervanın Ardından
Batı dünyası, modern çağın eşiğinde, uzun zamandır güttüğü “kendi olmak” davasını nihayete erdirmeyi başardı. Kuzey Amerika kıtasında, 17. yüzyılda kurulmaya başlanan koloniler yaklaşık 200 senelik bir hayat ve devinim sonunda; İngiltere’den bağımsız bir siyasi ve ekonomik irade kurmak hevesiyle ayaklandı. İşin sonu 4 Temmuz 1776’da kıtada mukim 13 koloninin bir çatı altında bağımsızlık bildirgesi yayımlamasına vardı. On üç koloninin sakinleri, İngiliz olmamak adına bir atılım gerçekleştirdi. İzleyen süreçte, Fransa’ya ve özellikle Napoleon Bonapart’a karşı da aynı tavrı takındı. “Amerikalılaşma” buradan doğdu. O günden beri başka bir milletin siyasi/ekonomik boyunduruğu altına girmediler.
İngilizler, 17. yüzyılda yaptıkları devrimle; Fransa ile İngiltere topraklarını birleştirerek tek bir siyasi-ekonomik yapı inşa etmek isteyen Norman Krallarına ve Ada üzerindeki tahakkümünden vazgeçmek istemeyen Roma Kilisesi’ne karşı bir tavır geliştirdi. Bunun adına da kabaca “İngilizleşme” diyebiliriz.
Milletleşme dediğimiz hadise, Ortaçağ ve modern çağın kesişiminde, bir milletin kendinden başka kuvvetlerin boyunduruğu altına girmeyi reddetmesi üzerinden tecessüm etti. Bu boyunduruk yalnızca siyaseten değil, ekonomik ve kültürel yönlerden de oluşuyordu. Modernleşme çağı böyle başlamıştı başlamasına ama geldiğimiz noktada, yani küreselleşmenin damga vurduğu yirminci asırda ne mezkurmilletler ne de diğerleri, “kendi olmaklığı” elde tutmayı başaramadılar. Şirketler çağı başladı. Bugün artık bir milletin başka bir milletin boyunduruğu altında girmesinden ziyade bir milletin şirketlerin yahut mali hegemonyanın boyunduruğu altına girmesinden bahis açmak durumundayız.
Modern çağı şekillendiren “kendi olmak” tavrı, Batı ülkelerinde devlet eliyle merkezî bir nizam inşa edilerek temayüz etti. Biz Türkler ise Anadolu’nun Türkleşmesiyle vücut bulan bir millet olma merhalesi yaşadık. Avrupalılar gibi seçkin sınıflarımız olmadı. Kendiliğinden ortaya çıkan (Burada kendiliğinden demek devlet organizasyonu dışında demek) seçkin zümremiz gadre uğradı. Devletle baş başa kaldık. Osmanlı Milletler Sistemi, bize seçkin sınıfını elinde tutamayan fakat adının devamını mümkün kılan bir sınırlılıkta hayat imkanı tanıdı. Fakat bu sistem; modern çağın arifesinde, eski hesabı kapatmadığı ve bu eski hesap Tanzimat döneminde başımıza ekşidiği için bir İstiklâl Harbi vermek zorunda kaldık.
Avrupa Ortaçağını yaşarken, varlığımızı tehdit edemiyordu. Fakat Avrupa, milletleşme sürecini yaşayarak karşımıza varlığımızı tehdit eden bir unsur olarak çıktı. Osmanlı, merkantalist anlayışı kavrayamadığı için kadim düşmanı Habsburglar’ın ve Roma kilisesinin karşısında Protestanlarla kapitülasyonlar aracılığıyla dayanışmaya gitti. Evdeki hesap çarşıya uymadı, yeni dost eski düşmandan cevval çıktı. Ayrıca Avrupa halklarının orduda yer bulmaya başlaması, Batı’nın karşımızda bir tehdit unsuru olmasının ana sebeplerindendir.
Kendiliğinden millet olmak; Batı’daki gibi devlet organizasyonu eliyle halkın milletleştirilmesi değil, doğrudan milletin kökleri ve kendi iç devinimi sayesinde millet olmak demek. Süleyman Çelebi hazretin vesiletü’n-necat şiiri ve şiirin tecessüm etme hikayesi bunun güzel bir örneğidir. Osmanlı sarayı hiçbir zaman Anadolu coğrafyasında yüksek bir kültürel canlılık oluşmasına yönelik adımlar atmadı. Attığı adımlar yalnızca sarayın tahkim edilmesine yönelikti. Devletçilik anlayışı, yüzyıllarca İstanbul’daki saray tarafından yaşatıldı. Nitekim Tanzimat devri dediğimiz dönemde yeşeren kültürel canlanma da yine kadim sarayın dışında bir unsur olarak vuku buldu. Söz konusu canlanma kiminin hoşuna gider kimini rahatsız eder, bu başka bir mesele fakat netice olarak sarayın bu işte sistematik bir katkısı olmadığı tespitini yapmak mecburiyetindeyiz.
Türkler, varlıklarını korumak kastıyla bir İstiklâl Harbi verdiler. Kim ne derse desin, İstiklâl Harbi verilmeseydi, yirminci asırda Anadolu topraklarında Türk adından söz etmemiz imkansız olacaktı. Gelin görün ki adını koruduğumuz milleti, ihtiyacı olan canlanmayla buluşturamadık. Cumhuriyetin ilk 20 yılında yazılmış şiirlerden müteşekkil olan şiir antolojilerine göz atanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Yüksek lisan yerini kurutulmuş bir dile bıraktı. Batıda devlet eliyle tebarüz eden milletleşme şuuru; Türk topraklarında yine insanların kendi çabalarıyla ortaya konmaya çalışıldı. Cumhuriyet idaresi, değiştirdiği onca şeye rağmen Osmanlı sarayının devletçi anlayışını törpülemekten beri kaldı. Divan edebiyatındaki saray patronajı, yerini Çankaya patronajına bıraktı. Bugün de bu patronaj kapitalist araçlarla buluşarak daha da güçlenmiş bir halde devam etmekte.
Günlük hayatın üzerine çıkabilen bir lisan inşa edebilmek bakımından dünyada eşsiz bir edebiyatın mirası üzerinde oturuyoruz. Dilin lisan derecesine yükselmesi gözümüzden kaçmasın. Takip edilirse istiklâle kavuşulabilecek yegâne yol budur. Ülkeyi yönetme kâbiliyetine ve makamına sahip olması muhtemel olan mürekkep yalamış insanların evvela belli birşuur kıvamı tutturmaları gerekir. Meşhur fil hikayesini bilenler vardır; yavru fil, sahipli olduğuna alıştırılması için kendisini zaptetmeye yarayacak kudretten çok daha büyük olan, kocaman zincirlerle bağlanır. Fil büyüdüğünde artık insan eliyle bile kopartılabilecek bir iple bağlanması yeterlidir, zira fil artık özgürlük şuurunu kaybetmiştir.
İnsanlar ve filler fena halde birbirine benzer. Buna rağmen hem dünyada hem Türkiye’de insanlar filden beter durumda. İnsanlar bir türlü yaşamaya icbar edilmiş durumdalar. Kendimi hariç tutmuyorum, durumdayız. Dünya sistemi üretim ilişkilerinden ticaret yollarına dek, gücü nisbetinde devletlere, kültür ve eğitim hegemonyası ile de insanlara belirli bir hayatı icbar ediyor. Paranın tek geçer akçe olduğu bir hayat. Bilgi gibi, emek gibi şeylerin kendi başlarına herhangi bir değerinin olmadığı; her şeyin para ile ölçüldüğü bir hayat.
İtibarlı bir yer temin edebilmek için sistemin değer yargılarına, hayat biçimlerine giderek tüm modasına ayak uydurmak zorundasınız. Moda, yalnızca kılık kıyafetle ilgili bir kavram değil. Sovyetler Birliği, kapitalist nizama karşı sosyalist iktisadın alternatif olabileceğini savundu. Günün sonunda bu iddia hüsranla sonuçlandı. Sovyetler Birliği’nin tüm güçleriyle seferber olduğu bir plan, zannediyorum tek başına bir insan olarak benden daha fazla güce tekabül ediyordur. Tek başıma ne yapabilirim? Sistemi şu ellerimle mi yerle bir edeceğim? Sorusu bu noktada anlamsızlaşıyor. O halde geriye anlamlı olan ne kalıyor? “Tam düşerken tutunduğum tuğlayı kendime Rab bellemeyeceğim,”. Bu sebeple Türk edebiyatında bu dizenin hala aşılamadığı kanaatindeyim. Nitekim Türkiye’de ve dünyada da mürekkep yalamış insanların, bağlandıkları iplere daha sıkı tutunarak itibar sahibi olmaya çalıştıkları bir çağı yaşıyoruz.
Devam edecek…