Ruhsatsız
Söyleşi

HARUN YAKARER’E BİR BAKIŞ | Oğuz Ertürk

 

Hepimiz bize reva görülen bu hayatın içinden konuşuyoruz, sesleniyoruz, çığlık atıyoruz. Bu seslerden bazıları memnuniyet, mutluluk, haz ve eğlenceden; bazılarıysa acıdan, dertten, kederden, rahatsızlıktan, isyandan kaynaklanıyor.

 

 

 

Harun Hocam, selamün aleyküm.

Öncelikle, yeni kitabınız “Dünyanın İlk Uykusu” hayırlı olsun. Edebiyat dünyasına ses getiren “Suya Yansıyan” isimli kitabınızdan sonra bu yeni kitapla okurla yeniden buluştunuz. Kitabınızda dikkat çeken unsurlardan biri, iki bölümden oluşması: “Söz Verdiğim Gibi” ve “Artık Ateş”. Bu kitap, dünyada olup bitenlere karşı bir eylem planı olarak okunabilir mi?

 

 

Aleyküm selam kıymetli kardeşim. Çok teşekkür ederim.

Dünyanın İlk Uykusu’nu iki bölüme ayırma sebebim, iki bölümün farklı bir sese sahip olması. İlk bölüm olan Söz Verdiğim Gibi daha lirik bir sese sahipken ikinci bölüm olan Artık Ateş adından da anlaşılacağı üzere epik bir sese sahip. Ben günlük hayat içinde sakin ve munis bir mizaca sahibim. İlk bölümdeki şiirler benim mizacımla daha uyumlu. Fakat bugün dünyada olup bitenler bizi öyle bir yere çekiyor ki orası kavganın göbeği. Türk şiirinin de kaderi böyle değil midir? Nasıldı, nasıl ilerliyor? Ve şiir bir eylem planı olarak okunabilir mi? Bence okunamaz. Hani İsmet Özel’in şiiri tanımlarken anlattığı bir hikaye vardı. İki arkadaş merdivenden inerken birinin ayağı kayıp düştükten sonradiğerinin telaşla yanına gittiğinde duyduğu ses şiirdir diyordu. Çünkü o ses ilk olarak bir yaşam belirtisidir, ikinci olarak da dostuna yaşadığını belli ettiği için ferahlık vermiştir. İşte şiir bir yaşam belirtisi, bir dirim, bir “ben hâlâ varım, biz hâlâ varız ve buradayız” deme anlamında okunabilir.

 

Modernitenin içinden yükselen bir çırpınış sesi veriyor satırlarınız:

“Dilersen tek tek patlatabiliriz lambaları/Yıldızları indiremez miyiz yeryüzüne yeniden?”

“Ezan okunurken yapılmayacaklar listesi yırtıldı/Ve kendimizden daha uzağa gidebileceğimiz yer kalmadı.”

Modern dünyada artık kalabileceğimiz bir eşik, bir huzur yok mu? Yoksa hâlâ bir kurtuluş reçetesi var mı?

 

 

Hepimiz bize reva görülen bu hayatın içinden konuşuyoruz, sesleniyoruz, çığlık atıyoruz. Bu seslerden bazıları memnuniyet, mutluluk, haz ve eğlenceden; bazılarıysa acıdan, dertten, kederden, rahatsızlıktan, isyandan kaynaklanıyor. Modern dünya dediğimiz şey bizden neleri almadı ki? Suyumuzu, toprağımızı, havamızı, yıldızları, güzel sesleri ve daha birçok şeyi gasp etti. İnsanca yaşama hakkımızı gasp etti. Hepimiz dakikaların esiriyiz, fakat vakitten haberimiz yok. En pratik hayatı yaşamamız için her şey var güya ama bir işi yapma süremiz kısaldıkça işler çoğalıyor. Nasıl oluyor bu? Dostluk dahi zaman istiyor, emek istiyor, sabır istiyorken bizeyaslanacak bir omuz için biraz zamanı çok görüyor bu hayat. Çünkü gırtlağımıza kadar doluyuz. Bir bakkal gece yarısında kapatıyor dükkanını ki zincir marketler kapandıktan sonra iş yapabilsin. Ne hanımıyla ne çocuklarıyla zaman geçirebiliyor. Bu hayata çatmayalım ne yapalım? Bu hayat insan olanı, insanlığını unutmayanı rahatsız eder. Bundan kurtuluşun reçetesi yok ama ilk adımı acıyı hissetmek.

 

Uykum serçelerin uykusu, uyanıklığım şahan” diyorsunuz.

Buradaki “uyku” ve “uyanmak” kavramları neyi temsil ediyor?

 

 

Serçeler ele avuca sığmaz kuşlardandır. Kimse serçe yakalamaz, belki yakalayamaz. Yem atınca kumrular gibi dibine kadar gelmezler onlar. Bu pırpır kuşlar nedense bana hiç uyumazlar gibi gelir. Sanki gözlerini kapatınca en ufak bir seste, rüzgarda, yaprak sallanışında uyanırlar gibi gelir. Yani çok hafif bir uyku her türlü tehlikeye karşı. Her an tetikte. Ve uyanıklık hali her şeyi keskin şekilde gören gözlerin işi. Şair budur. Meseleleri görüp idrak etmede herkesten daha ileri. Freud’un sözüne gidebiliriz: “Nereye gittiysem bir şairin benden önce oraya uğramış olduğunu gördüm.” Uyanıklık alameti bu. Fakat bu uyku ve uyanıklık arasında geçen hayat çok yorucudur. Cevdet Karal Cesedi Nereye Gömelim adlı büyük eserinde şöyle diyor: “Sanki bütün rüyalarımı tekrar görmeye yetecek kadar uykum var”

 

Kardeşlik bahsini açacaksak ve düşmanlık da söz konusuysa; kiminle kardeş olmalıyız?

 

 

Kardeşlik de düşmanlık da muhakkak var ve olacak. Dünya döndükçe olacak. Öncelikle bizim kardeşliğimizin iki kriteri var. İlki kan bağı, ikincisi din bağı. İlki vazgeçilebilirdir ki biz onu sahabe-i kiramın hayatından öğreniyoruz. İkincisi vazgeçilemezdir ki biz onu -canımız O’na fedadır- Peygamber Efendimiz’den (SAV) öğreniyoruz. Buradan hareketle bakın Sezai Karakoç’un sözü bizi nerelere götürecek: “Kardeşiz demek yetmez. Habil misin yoksa Kabil mi?” Dünya değişiyor, dünya değişirken her şey değişiyor, kelimeler de yüzlerce, binlerce yıllık bir nehir gibi akarken birçok anlamı da içine dahil ede ede geliyor. Kardeş kelimesi de öyle. Karındaşlıkla alakası yine var ama başka manaları da içine almış. Sadece kan bağı bizi karındaş yapar, evet ama kardeş yapmaya yetmez. Her şey gelip geçer. Geriye kalan ebedi âleme götürebileceklerimizdir. Kardeşlik bağına da böyle bakıyorum. Kiminle kardeş olalım? Biz değil, Efendimiz belirlemiş bunu. “Beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi ne çok isterdim.” diyor. O’nun kardeşim dedikleriyle kardeş olmak için can atmıyorsak biraz düşünüp kendimizi sorgulayalım.

 

 

 

 

 

Her şairin kendine ait bir kelimesi vardır.

Sizi “ölüm” teması üzerine bu kadar yoğunlaştıran şey nedir?

 

 

Yaşadığımın idrakinde olmak isteği. Eğer bu bizi ölüm hakikatine götürmüyorsa yaşadığımız hayatı anlayamamışız demektir. “İnsan çokça hayat ve bir de bir ölümdür.” demişti Tarık Tufan. İşte o her gün olan hayat bir gün ölüm için. Bu yüzden ölüm düşüncesi tenimizin tutsağı olmaktan kurtarır bizi. “Ölümü düşünmenin ölmekten başka her şeye hayrı dokunduğunu anlamak..” diyor Cioran. Ayrıca ölümü düşünen tek canlı insan. İnsan olmanın özelliklerinden biri de bu. Ölümü düşündükçe insan olduğunu da duyumsar insan. Kendine daha çok yaklaşır. Kendine sarılır. İçinde olan “ben”i hatırlar.

 

Şiirlerinizde kuş imgesi sıkça karşımıza çıkıyor ve bildiğim kadarıyla kuşlara karşı bir ilginiz var.Kitabınızda kuşlar hem sakin hem hırçın. Bu kuşlar bir şeyin temsilcisidir diyebilir miyiz? Eğer öyle ise temsil ettikleri şey nedir?

 

 

Tabii ki. Her şey bir şeyi daha iyi izah edebilmek için değil mi? Şiirden şiire göre değişebilir anlam. Bir imgenin tek bir anlama işaret etmeyeceğini söyleyebilirim. Karga ile serçe aynı şeyleri çağrıştırmaz mesela. Ali Ural’dan ilhamla söylersem, kuş deyince aklımıza karga gelmez, serçe falan gelir. Yani her türün özellikleri var ve bu özellikleriyle şiirin anlamına dahil oluyorlar. Mesela bir şiirde ebabil kelimesi geçse herkesin aklına ilk olarak Ebrehe’nin ordusunu taşa tutan kuşlar gelir. Ebabil kuşunun şiire verdiği anlam derinliğini diğer türler de kendi hikayeleriyle oluşturur.

 

“Artık Ateş”te şöyle diyorsunuz:

“Türk beklenendir/Bilmesin sakın Resûlullahyapmadıklarımızı.”

Bu bağlamda sormak isteriz: Türk’ün misyonu tamamlandı mı? Eğer bir misyonu varsa, bu nedir?

 

 

Türk olmak nedir? Bir ırk mı sadece Türklük? Bence değil. Irksa bile o ırkın kendine has özellikleri var. Ve biz o özellikleri gösteren kişilere Türk diyebiliriz. Türk, sadece kendini düşünmez mesela. Kendisiyle beraber mazlumları, hakkı yenenleri, muhtaçları düşünendir. İsterse kendisi zor durumda olsun. Önce kendim demez. Bana göre Türkün misyonu, kendisi bir ırktan ibaret olmadığı için tamamlanmaz. Dünya döndükçe devam eder. Kızıl Elma neresi? Kızıl Elma belki bu yüzden belirsizdir. Peki nedir o misyon? (Misyon kelimesini de sevemedim.) Mazlumun hakkını zalimden almaktır. Bu yüzden beklenendir zaten Türk. Bizi bekleyenler var. Ve bu yüzden şimdi yapamadıklarımız bir Türk için zuldür, utanç kaynağıdır, yerinde duramamasına ve için içinyanmasına sebeptir. Doğu Türkistan’daki soykırım ve asimilasyon politikaları karşısında hiçbir şey yapamıyorsak yerin dibine geçmeye sebeptir. Gazze’de olanları iki yıldır durduramıyorsak kendimizden utanç için sebeptir.

 

Ve son olarak:

“Yirmi yedi kat uzaklaştığımız şey” nedir? Bu uzaklaşmadaki ana unsurlar nedir ve uzaklaştığımız yirmi yedi kat’a tekrardan ulaşmamız mümkün müdür?

 

 

Efendimiz (SAV) “Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” buyuruyor. Cemaat, yani cem olanlar, bir olanlar. Bugün yanı başımızdan başlayarak bütün Müslümanlara bir göz atalım. Bir olacak, birlik olacak, topyekûn ittihada ve ittifaka işaret edecek bir şey görebiliyor muyuz? Günlük hayatta komşumuzla ne kadar alakadarız? Dertlerini biliyor muyuz? Bir ihtiyacı olduğunda o söylemeden ihtiyacını karşılayacak inceliği gösterebiliyor muyuz? Yoksa herkes birbirinden bîhaber mi yaşıyor? Akrabalarımızla da ilişkilerimiz böyle maalesef. Bu kadar parçalanmışken yirmi yedi kat sevap almak için toplandığımız camilerimizde kim kiminle konuşuyor, halini hatırını soruyor, derdini kederini paylaşıyor? Mesela camilerde eskiden sadaka taşları olduğundan bahsedilir övgüyle. Şimdi yok. Muhtaç olanın ihtiyacını karşılamaktaki o incelik neden ortadan kalktı ben söyleyeyim. Çünkü kimse birbirine güvenmiyor. Çünkü kimse kimseye güven vermiyor. Yani yaslanacak bir omzumuz kalmadı ama yaslanacakları bir omzumuz var mı? Bir düşünelim, itiraf edelim, kendimizden başlayalım bir şeyleri düzeltmeye.

 

Yanıtlarınız için teşekkür ederiz hocam.

 

 

Ben teşekkür ederim kardeşim. Hem kıymet verdiğin için hem ilgini ve zamanını verdiğin için.

 

 

 

Kapak Görseli: Şeyda Güçlü

Related posts

“GEREKLİ” ŞİİR SORUŞTURMASI (II) | Kadir Tepe

Ruhsatsız
3 gün ago

“RUHSATSIZ” BULUŞMALARI (I) | Can Ülgen-Berat Korkmaz

Ruhsatsız
5 ay ago

Can Ülgen, Berat Korkmaz ile Fabrik Kitap etiketiyle çıkan şiir kitabı “Ejderhanın Üflediği” hakkında konuştu.

Ruhsatsız
8 ay ago
Exit mobile version