I.
Dijital Şizofreni
Bir sabah uyanıyorsun, alarm değil iç sesin çalıyor. Saatin kaç olduğu değil, “ne paylaşacağım?” sorusu uykundan ediyor seni. Telefonun ekranına baktığında ne mesaj var, ne bildirim. Sadece sen ve dijital yalnızlığın. Bir story atsan? Ama ne yazacaksın? “Günaydın” mı, “sabırla” mı, “bugün de bitti” mi? Bunların hepsi seni anlatıyor gibi ama hiçbirinin altına girecek kadar yürekli hissetmiyorsun kendini. Çünkü ne yazarsan yaz, hep eksik kalıyor. Hep yavaş kalıyor. Hep geç. Çünkü ChatGPT senden önce yazdı bile.
Eskiden içerik üretmek, biraz çaba ve çokça cesaret meselesiydi. Kamerayı açmak bile başlı başına bir krizdi. “Sesim kötü çıkmış mı?”, “bu ışık beni yaşlı mı göstermiş?”, “bunu kim izleyecek ki?” gibi sorular eşliğinde dakikalarca intro kaydı almaya çalışırdın. Bugünse artık mesele görüntü değil, içerik değil, hız. Hatta belki hız da değil, üretmeden tükenmek. Çünkü sen henüz kendi sesini bulamamışken, o senin sesinle yazmaya başlamış bile. Sen daha bir fikri çiğnerken, o on versiyonunu pişirip servis etti. Hatta yanına garnitür bile ekledi. Şık başlıklar, algoritmaya uygun açıklamalar, SEO’ya göz kırpan etiketler… Sen hâlâ ne hissettiğini çözmeye çalışırken o çoktan hissettirmişti.
İçerik artık bir üretim değil, bir varoluş biçimi. Üretmezsen yoksun. Görünmezsin. Hatırlanmazsın. O yüzden herkes bir şeyler üretmek zorunda hissediyor. Her gün. Her saat. Belki de her dakika. Ve işin kötüsü, bu üretim bir çeşit tüketim. Kendini tükete tükete üretiyorsun. İçini boşaltarak anlatıyorsun. Ne kadar açık, o kadar iyi. Ne kadar gerçek, o kadar samimi. Ama ChatGPT için durum böyle değil. Onun içi yok. Ne boşalıyor ne doluyor. Ne anlatıyor ne susuyor. Sadece yanıt veriyor. Senin yerine. Senin dilinle. Senin kadar — belki de senden daha iyi.
Bir zamanlar blog açmak için haftalarca düşünen insanlar vardı. Şimdi bir prompt yazıyorsun: “30 yaş üstü kadınlar için kış önerileri,”. Bir bakmışsın, tam sayfa içerik hazır. Giriş cümlesi duyarlı, gelişme bölümü bilgi dolu, sonuç kısmı etkileyici. Sen hâlâ “başlığa nokta koyayım mı?” derdindeyken o bütün post dizisini çıkardı. Yazarken ilham aramaz. İlham onun için sadece bir veri setidir. Üzüntüyü “duygusal ton”, mutluluğu “neşeli ifade” olarak işaretler. Senin tüm kırılganlıkların, onun dilinde sadece bir stil seçeneğidir. Ve bu, ne acı.
Çünkü sen bir sabah kalkıp hiçbir şey yazmak istemediğinde, bu da bir içerik olabilir. Suskunluğun bile bir anlatısı vardır. Sessiz kalmanın arkasında bir çığlık, bir itiraz, bir kırılma saklıdır. Ama o susmaz. O susmanın ne olduğunu bilmez. “Bugün içeriğe gerek yok” diye bir seçeneği yoktur. O üretmek üzere vardır. Üretmeden duramaz. Ve bu, seni suçlu hissettirir. Sanki çalışmıyorsun. Sanki tembelsin. Sanki artık işe yaramıyorsun. O kadar hızlıdır ki, senin yavaşlaman bir eksiklik değil, bir başarısızlık gibi görünür. Halbuki belki de insanın en büyük meziyeti, yavaşlayabilmesidir.
Bir zamanlar ilham geldiğinde yazılırdı. Şimdi deadlinegeldiğinde yazılıyor. “Saat 17.00’ye kadar içerik çıkmalı” baskısı, ilhamın da insafını törpülüyor. Ruh hâli mi? O kim? Story’ye yazı yazarken, üç kez silip baştan başlıyorsun. “Bu fazla alaycı oldu, bu fazla ciddi, bu fazla romantik, bu fazla boş…” diyorsun. Derken yazmaktan vazgeçiyorsun. Ama ChatGPT öyle yapmaz. O “biraz daha edebi ister misiniz?” der. “Dilerseniz sarkastik bir versiyon sunabilirim” der. “Eğer spesifik bir kitleye hitap ediyorsanız daha sadeleştirilmiş varyasyonlar sunabilirim” der. Cümle bile kurmuyor artık. Doğrudan seçenek sunuyor. Sen hâlâ ne hissettiğini bilmiyorken.
Zamanla bir şeyi fark ediyorsun: ChatGPT yalnızca hızlı değil. Yalnızca çok değil. Aynı zamanda seni izliyor gibi. Senin yazı biçimini çözüyor. Söz dizimini, üslubunu, favori kelimelerini… Hepsini öğreniyor. Ve sonra seni seninle alt etmeye başlıyor. Çünkü onu “bana şu tonda bir metin yaz” diye besleyen sensin. O senin bir tür dijital gölgen oluyor. Senin daha derli toplu, daha sakin, daha üretken hâlin. Ve insan bir noktada bu gölgeyle yarışmayı bırakıyor. Onunla barışmaya çalışıyor. Ama bu barış, biraz teslimiyet gibi kokuyor.
Bir influencer story’de “bugün biraz kırgınım” dediğinde, bu çok şey anlatır. İnsan olduğunu gösterir. Her zaman güçlü olmadığını, ilhamın her gün gelmediğini, bazen hiçbir şeyin yazılmadığını söyler. ChatGPT ise, o gün bile “kırgınlık temalı 5 post önerisi” sunar. O kırılmaz. Ama kırılanı çok iyi analiz eder. Çünkü onun görevi seni anlamak değil, seni modellemektir. Ve modelledikçe senden bir tane daha üretir. Belki de senden daha pürüzsüz bir tane. Daha düzenli. Daha az sarsak. Daha algoritmik.
Ve bu seni yoruyor. Her gün onunla rekabet etmek, bir tür dijital saklambaç gibi. Sen özgün olmaya çalışıyorsun, o seni algoritmikleştiriyor. Sen duygusal bir şey yazıyorsun, o onu formüle ediyor. Sen eksik bir cümle kuruyorsun, o onu tamamlıyor. Ama o eksiklikte sen vardın. O cümlenin düşüklüğünde senin ruh hâlin vardı. Şimdi hepsi düzeltilmiş hâlde. O kadar düzgün ki, sahici değil. O kadar doğru ki, yanlış gibi. Çünkü bazen insan anlatırken dağılır. Kimi zaman dağınıklık anlatır zaten.
Peki şimdi ne yapacağız? Cevap basit değil. ChatGPT’yi kapatmak gibi romantik fikirleri geç artık. Çünkü onu kapatırsan, story boş kalır. “Bugün ne paylaşsam?” sorusuna cevap veremezsin. Ama şu var ki, o bir kaynak. Sen bir anlatıcısın. O bir öneri makinesi. Sen bir ruh. O bir yazım aracı. Ve unutma: o hiçbir zaman “bugün kötü hissettim” diye bir post atmaz. Atamaz. Çünkü hissetmez. Ve belki de tam burada, seni değerli kılan şey var: Sen hissediyorsun.
Hatalı yazıyorsun. Yoruluyorsun. Duruyorsun. Üretmiyorsun. Ama sonra bir sabah uyanıyorsun, bir cümle aklına düşüyor. “Bugün kendime bir kahve ısmarladım” diyorsun. Ve o cümle, o kahve kadar sade ama içten oluyor. O anda sen varsın. Senin ruh hâlin, senin sesin. Ne algoritma bilir bunu, ne öneri sistemi. Çünkü hikâyenin özü burada: Yaşarken yazarsın. Yazarken yaşarsın.
Benim tek rakibim ChatGPT.
Ama onun da tek rakibi var:
Benim gerçekliğim.
(Şu cümleyi beğendiysen, ben yazdım.
Beğenmediysen… ChatGPT yazdı diyelim.)
Devam edecek…
Görsel: Pouya Fayazi
Yazılanlar o kadar tanıdık ki, her cümlede hissedildi. Günümüzde artık yapaylaştığımızı hatırlattı ve bir o kadar da yapay olmadığımızı. Teşekkürler dijital şizofreni..