Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

KAYNAYAN TOPLULUKLARDAN KAYNAŞAN MİLLETE | Semih Samyürek
Deneme

KAYNAYAN TOPLULUKLARDAN KAYNAŞAN MİLLETE | Semih Samyürek 


IX.

Göçen Kervanın Ardından

 

 

 

Johann Wolfgang Goethe’nin yakın arkadaşı Johann Herder, 19. yüzyılın arifesinde Saksonya-Weimar Dükalığı’nda yaşamış bir papazdı. Almanya’nın aydınlanma sürecinde önemli fikirler üretmiş biri olarak memleketinde belli bir üne sahip olsa da Türkiye’de pek tanınan biri değil. Herder’in benim adıma ilgi çekici tarafı, dil üzerine olan düşünceleridir. Herder; dilin, milletin temel yapı taşı olduğunu söyler. İsmet Özel ise: “İnsan bilgisiz, bilgi düşüncesiz, düşünce dilsiz tecelli etmez. Dilden düşünceye, düşünceden bilgiye, bilgiden insana gideriz,” der. Öyleyse Türkçenin biricikliğinden ve dünya üzerindeki en üstün dil olduğundan bahis açmamız gerek.

Beri gel barışalım yâd isen bilişelim,” der Yûnus Emre. Buradan çıkacak birkaç sonuç var: Evvela anlıyoruz ki; bilişmeden barış olmaz. Yani birbirini tanımayan “ben” ve “o” arasında doğal bir savaş durumu hâkimdir. Barışmak için bilişmek gerekir. Sâniyen; bilişme yani bilgi, “ben” ve “sen” arasında doğar. “Ben” ve “sen” arasında bilgi doğması için de dil lazım gelir. Öyleyse evvela bilgi ardından barış; Türkçeden doğabilir. Türkiye’de sıhhatli bir millet hayatı inşa edebilmenin başlangıç noktası Türkçedir. Herkesin birbirini kazıklamaya çalıştığı bir Türkiye’den kaçabilmenin başlangıç noktası Türkçedir.

“Ben” ve “o” arasında ise iletişim olmaz, savaş olur, dedim. Çünkü insan, bilişmediği biriyle dostluk kuramaz. Dostluğun olmadığı yerde de kaçınılmaz olarak hiyerarşik bir ilişki olur. Bu da siyasî sahada tiranlık demektir. Ben ya da o, hangisi güçlü ise onun tahakküm kurduğu bir ilişki. Oysa bilgi tiranlığı beslemez. Çok güçlü ve çok güçsüz iki insan arasında eşit seviyede bir ilişki yani bir dostluk kurulabilir. Bu ancak “ben” ve “sen” arasında bir iletişimle mümkün olabilir. Türkçe yoksa Türkiye’de birbirine güvenen insanlar olamaz demektir bu.

Kur’ân-ı Kerim niçin dedikoduyu kesin bir dille yasak etmiştir? Siyasî konuşmaları düşünün, hemen hemen tamamının “o” yahut “onlar” hakkında olduğunu göreceksiniz. Kendi güncel siyasî konuşmalarınızı gözden geçirin, hemen hemen tamamı “onlar” hakkında çıkacak. Aslında yaptığımız şey dedikodudan ibaret. Yani bilişmeyen, yalnızca düşmanlık mantığı üzerine kurulu olan bir düşünce. Yalnızca hiyerarşi kurmak üzerine tiranlık arzusunun ifadesi olan bir düşünce. Bilgi, bilenden bağımsız değildir. Bilgiyi, bilenden kopartan modernizm, hepimizi birer nesne haline getirdi. Bilgiyi beyinlerinde taşıyan birer katır haline geldik. Dedikodunun ötesine geçip, muhatabımızla doğrudan iletişime güç yetirebildiğimiz noktada aramızda bir bilişmenin gerçekleşmesini bekliyoruz. Bu bekleyişin bizi sıhhatli bir millet hayatına götürecek bir gemi olduğunu tahayyül ediyorum. Bilişmeden kaynaşmış bir Türkiye inşa etmek mümkün değil.

İletişim kuran, bilişen, tanış olan, barışık bir millet. Türkçenin dünyayı kendine hayran bırakacak derecede bir derinliğe sahip oluşunu önce bizim hatırlamamız. Kaynayan topluluklardan kaynaşan bir millet seviyesine yükselmek. Bugünkü tartışmaları bu çerçevede yeniden ele almak. Türk milletinin tekrar inşa edilebilmesi için Türkçenin bir lisan olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Zira iletişim ancak kelimelerle yapılabiliyorsa, kurduğumuz kelimeleri bilmeliyiz. Kurduğumuz kelimeler dedim, cümle nasıl kurulan bir şeyse kelime de kurulan bir şeydir. İlk kelimelerin doğadaki seslerin bir yansıması olduğu teorisi yaygın şekilde bilinir malum, fakat örneğin “istiklal” kelimesinin bağımsızlık manasında gelmediğini biliyor muyuz? Anlam ve mana kelimelerinin iki başka karşılığı olduğunu biliyor muyuz? Aman canım ikisi de aynı işte, deyip geçiyorsak, dünyaya sunabileceğimiz kudret ve derinlikte bir lisana sahip miyiz?

Johann Friedrich Rochlitz, 1799 yılında, müziğin yani klasik Batı müziğinin ulusal eğitimde kullanılacağına dair umudunu yazıya geçiriyordu. Müziğin ruhun gıdası olduğu söylenir, başka bir ifadeyle biz de müziğin ruhun lisanı olduğunu söyleyebiliriz. İki yüz yirmi altı yıl evvel Almanlar nelerle uğraşıyormuş? Bugün içimizde Klasik Türk Müziği dinlerken sıkılmayan, oflayıp puflamayan yok. İstesek bile dinleyemiyoruz. Artık damarlarımızda yeni bir kan dolaşıyor olmalı ki, kendimizi zorlayarak bile Klasik Türk Müziği dinleyemez hale getirilmişiz.

Yûnus Emre bir şiirinde, bir hastaya bir bardak su verirsen yarın Hakk huzurunda bunun mükafatını görürsün, diyor. Puşkin, bir şiirinde bir kuşu serbest bıraktığı için artık yazgısıyla kavga etmeyeceğini, çünkü bir kuşu serbest bırakabildiğine göre yazgısının o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başladığını anlatıyor. İşte ben de bunca küçük sandığımız bir şeyden, okumakta olduğun bu yazıdan Yûnus ve Puşkin gibi bir hayır temenni ediyorum sevgili okur.

Alman hümanizmi; insan iradesinin yeniden keşfinin adıdır desek yanılmış olmayız. Antik Çağdan sonra Batı’nın yaşadığı Hristiyan dönem, merkezî bir siyasî iradenin de kalmamış olmasının bir sonucu olarak insanın kontrolü üzerine bina edildi. Oysa Antik Çağın temel anlayışı Protagoras’ın meşhur “İnsan her şeyin ölçüsüdür,” sözünde tecelli etmişti. Bu anlayışın tekrar keşfi; Batı’da ulus çağını açtı, diyebiliriz. Açtı fakat, Kilise’den yalnızca siyasî ve iktisadî bir otoriteyi anlayan Batılılar, insanla baş başa kaldı. Bu yalnızlığın vardığı yer bugünün bireyselleşmiş insanını ortaya çıkardı. Ulrich von Hutten, Erasmus, Martin Luther gibi isimler hep bu dönemde yetişmiştir. Bunun bir tesadüf olmadığını anlayabiliyoruz. Anlamadığımız şeyse tüm bunların temelinde “Türk korkusunun” var olduğu. Anlayamıyoruz çünkü artık o Türk çok uzaklarda.

Yûnus Emre, Alman Hümanizmi, Puşkin… Hepsinin odak noktasında; insanın dünyada şahsiyet ve cüz’i irade sahibi olarak var olma çabasını görürüz. Buna rağmen bu çabaların tümünü tek bir torbaya koyamayız. Sebebi açık; Yûnus Emre’nin temsil ettiği insan Allah’a yaklaşmakla şahsiyet sahibi olurken ve istiklalini bu “bağımlılık” ilişkisi ile elde ederken; Alman hümanizminin temsil ettiği şahsiyet, Kilise’den uzaklaşmakla şahsiyet sahibi olur. Yûnus Emre’nin insanı, kilise ve devlet gibi kurumların boyunduruğu altında değildir. Hatta buna dair Yûnus Emre bir şiirinde, devlet dedikleri şeyi dostta bulduğunu, kendisine hümâ’nın hacet olmadığını söyler. Bizde devletin temsil ettiği otoriteyi Batı’da hümanizmden evvel kilise temsil ediyordu. Bu sebeple Batı aydınlanması kiliseye karşı şahsiyeti savunurken, kendini dinsizliğin pençesinde buldu. Üstelik bu pençede çok uzun süre de çırpındı. Fakat sırat-ı müstakimi bir türlü bulamadı.

Yûnus Emre İslam’ın devlet dahil hiçbir kurumun tekeli altında olmadığını, dinin devletin üzerinde olduğunu ilmek ilmek işlemiştir. İstiklal Marşı’nın 41. dizesi de bize aynı şeyi söyler. İstiklal; Hakk’a taptığımız için hakkımızdır. Yani Allah’a bağımlı olduğumuz için istiklali hak ederiz. Türkçemize sahip çıkmadan istiklalimize kavuşamayız.

 

 

Devam edecek…

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *