Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

NEYLEYİM SEN YOKSAN EĞER | İbrahim Aslaner
Öykü

NEYLEYİM SEN YOKSAN EĞER | İbrahim Aslaner 

Onu ilk havalimanında görmüştüm. O zamanlar yüzünde, şakacı bahar yağmurlarını andıran bir burukluk vardı. Onun beni görmesi birkaç gün sürdü. Birkaç gün sonra İspanya’nın adının çok da ehemmiyeti olmayan tarihi bir orta çağ kasabasının melez mimarisi içinde dolaşıyorduk. Yüzündeki burukluk bir muammaydı belki. Çünkü karanlık bulaşıcıydı taştan bana benden Nurgül’e ondan da bütün lise grubuna.

Şimdi yüzüme bakıyor, bir bakıma yüzümdeki karanlığı soğuruyor renkli gözleriyle. Önadına güveniyor olabilir. Delikanlılığın bütün hoyratlığıyla karanlıktan yanayım. Şiirim, sözüm, şarkılarım ve bilumum duygularım nedeni bilinmeyen bir gölgenin izbesinde pusmuş. Poyraz, diyorum. Poyraz, diyor. Göğsümüzde akciğer egzersizlerinden kalma bir bozukluk. Bunu ben biliyorum zira o düz lisede ben sağlıktayım. Bunun bir önemi yok. Kesin olan bir şey var o da aramızda ritim bozan bir çekimin olduğu. Neden sonra memnun oldum, diyorum. Adaş olmadığımızı pek tabii biliyorum. Taş yapılar iki yanımızdan akarken biz zamanda bir boşluğa düşüyoruz. Henüz bir gelecek tahayyülümüz olmasa da geçmişten konuşabiliriz, burası La Mancha, romanın neredeyse giriş kapısı sayılabilir. Bir bakıma ölü bir tür, diyecek birazdan. Karşı çıkmalıyım. Çıkmıyorum. Türler ölebilir. Sonra başkaları doğar. Bizimle birlikte başka kapılar bulmalı öteki türler. Karşımızda Dante’nin cennetinden kaçmış bir kapı. Bu bizim cennetimize çok uzak. Biliyoruz ki bizim cennetimiz bir kapıyla geçilecek kadar kolay kazanılmıyor. Bizim cennetimiz ardında binlerce cehennem kapısı kapattırmadan açılmıyor. Oysa ne kadar kolay açılıyor bu kapı, hatta açık denilebilir- bütün turist kafileleri ile birlikte bizim arkadaşlar da birden içeri doluveriyor. Şimdi zamanın yanında cennetin de dışındayız.

Nurgül, diyorum; gülüyor. Bir kez daha, bir kez daha gülüyor. Bin gül, desem çocukça bulur mu bu iltifatımı ya da ciddiye alıp taşları, insanları, cenneti ve zamanı bir kenara bırakıp çene kasları tutulana kadar güler mi? Nurgül, diyorum; biz cennetten kovulmuş olabilir miyiz? Saçmalama, diyor. O bir kere olur. Burada uzun uzun durmam gerekli. Burada uzaklara dalmam gerekli. Başımı kadim bir öğretiden kaldırmış gibi aşağı yukarı sallamalı ve dudaklarımı cips paketi gibi büzüştürmeliyim. Yapıyorum. Ne var bunda bu kadar somurtacak, diye gülüyor. On yedinci kez gülüyor. Bu bir masal olsa ve bana bu Alcazar Kalesi’nde tutulan bir tutsak gibi gülüşü 1001 olduğunda ruhun göğe çekilecek diye uyarıda bulunsalar, sanırım umursamam. Kıt matematiğim ve yarı tıbbın yardımıyla ortalama birkaç günüm olduğunu hesaplıyorum.

Birkaç gün ama hangi ölçüyle gün. Taştan bir şehri ardımızda bırakıp yeşilin onca tonu içinden bir başka ülkeye geliyoruz. Güneş batıda ya da doğuda değil. Tepemizde de değil. Bu kadar zor olmamalıydı bir günü devirmek. Ayaklarımızın altında uzanan mavilik bir boğaz. Gözlerimiz daima ufka bakıyor, Nurgül’ün gözleri boğazın maviliğine karışıyor. Şimdi düğümlü harfler bir yol bulmalı, belki bir deniz feneri. Karanlıkla birlikte zaman ince kabuğunu kırıyor. Şehirler aşıp şehirlere varıyoruz, bu bir döngü değil. Tur otobüsleri, rehberlerin vurgulu sesleriyle o yana bu yana savrulup duruyor. Otobüsler biraz da hikayemizi savuruyor. Taşımıyor, taşıyamıyor dememeliyim, çünkü bir hikâye ardında en azından birkaç maktul bırakır.

İlk sigaram, bir otel balkonunda asırlar önce gemilerin yakıldığı denize nazır yanıyor. Bu ayrıntıyı bilmemin şimdilik hiçbir anlamı yok. Suyun üstünde bir şeylerin yanmış olması içimi ürpertiyor. Bu zıtlık birkaç nefes sonra hoşuma gitmeye başlıyor. Elimdeki sigarayı balkon demirlerine tutunan yağmur damlalarına batırıyorum. Minik bir cızırtı ile sönüyor sigara. Başka akşamlar, başka şehirler ve başka yüzler. Herkese yabancı ama yine de herkesle tanış gibiyim onunlayken. Zaragoza radyosunu küçük bir sahil kasabasında akşamın Amor Mioçalıyor. Şarkı ve notalar ne kadar tanıdık, hangi şarkıya benzediğini bulmak için saatlerce düşünüyoruz. Sahilden el ayak çekiliyor. “Asla,” diye çığlık atmaya başlıyor Nurgül. Elinde acemice tuttuğu sigaradan bir nefes çekip öksürüklere karışan tiz sesiyle devam ediyor, “asla, vazgeçemem senden asla.” Defalarca tekrar ediyor. İki katlı otelin camlarından başlar uzanıp bizi izliyor. Bu anı fazlasıyla sinematografik buluyorum. Filanca filmdeki kadının çıplak ayakla kumsalda sevgilisine koştuğu sekans geliyor gözümün önüne. Radyoyu kapatıp Tarkan’ın şarkısını bir taraflarından tutup birlikte söylemeye çalışıyoruz. Saçları mehtapla mı yoksa şarkının sözleriyle mi yıkanıyor bilmiyorum, bir daha hiç unutmayacağım, unutamayacağım kokusunu duyuyorum yalnızca.

Bütün dillerde, sayısız kelime ile konuşabiliriz. Ya da zamansız bir susmayla bir ömür susabiliriz. Konuşurken susuyor, susarken konuşuyor gibi Nurgül. Aylarca yıllarca yüzyıllarca devam eden bir sürek bu. Dünyaya gelme sebebimin çoğu zaman bunu teşhis etmek, bunun farkına varmak olduğunu düşünüp bütün her şeyi buraya bağlayabiliyorum. Yüzler, suretler, şehirler, sokaklar onun sesinde eriyip kulaklarımdan dolan akışkan bir notaya dönüşüyor.

İlçeye giden son otobüste yerimi alıyorum. Otobüs her günkü gibi tıklım tıklım. İçine girer girmez öğürmeme sebep olan insan ve hayvan kokusunu bastıran bir ferahlık var. Bu ferahlığı adıma yükleyip kendimi ödüllendirmeli miyim? Birkaç dakikalığına da olsa buna hakkım var. Otobüsün her yanında arıyorum bu ferahlığın kaynağını, yok. Çaresiz. Bir anlık yüreğim tutuyor. Uyukluyorum. Yüreğimi bir el tutmuş gibi. Çırpınarak uyanıyorum ilçenin girişinde. Çaprazımdaki koltukta Nurgül oturuyor. Ben, gördüğüne eminim ama görmezden geliyor. O ilk günkü heyecanımla ben Poyraz desem. Araya giren onca yılın hiçbir kıymeti yokmuş gibi. Nasılsın, desem. Ya da asla, desem. Asla senden vazgeçemem asla. Diyemiyorum zaten de onun da dinleyeceğinden şüpheliyim fakat neden?

Otobüs ikinci ve son durak olan heykelde herkesi indiriyor. Bir hamle daha yapıp kendimi göstermeliyim. Adımlarımla birlikte yüreğim de hızlanıyor. Atsam, bir adım var aramızda. Ben atamadan o karşıdaki tesisatçının kapısındaki adamla sarılıyor. Adam dükkânın sahibi. Tanıyorum.  Parmağındaki yüzüğü o anda görüyorum.  Birkaç adım gerileyip otobüse yaslanmalıyım. Otobüsten Ferdi Tayfur’un Geçen Yıl şarkısı bütün meydana yayılıyor. Bir ömür diye düşünüyorum o an, bir ömür geçmeyecek o yıl.

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *