Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

ŞİİRDEN DOĞANLAR ŞİİRE VARANLAR | Semih Samyürek
Deneme

ŞİİRDEN DOĞANLAR ŞİİRE VARANLAR | Semih Samyürek 

2018 yılında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına internet üzerinden soy kütüklerine bakabilme imkânı verildi. O dönemi yaşayanlar hatırlar, herkes kafasını telefonlara, bilgisayarlara gömmüş büyük dedelerinin büyük nenelerinin adlarını ve memleketlerini öğrenmeye çalışıyordu. Vatandaşların çoğu bu hizmet sayesinde hiç bilmediği atalarının adlarını öğrendiler. Tuhaf olan tanımadığımız büyüklerimizin adlarını merak etmemiz miydi yoksa büyüklerimizin adını hiç bilmiyor oluşumuz muydu? O dönem birçokları, bilmediklerimize hayıflandı, meraklarına teveccüh etti. Peki son tahlilde karşılaşılan neydi? İnsanlar gördüler ki dede ve nenelerinin adları Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerden ibaretti. Meseleye tümel olarak bakacak olursak bilmediğimiz bir şey öğrenmiş değildik. Büyük dedenin adı Süleyman ya da İbrahim de olsa hepsi ümmeti Muhammed’in çocukları olarak buna uygun isimlendirilmişlerdi.

Soy kütüğü macerasından çıkarılacak bir ders vardı, çıkaran oldu mu bilmiyorum, çıkardıklarını yazan oldu mu onu hiç bilmiyorum. Hepimiz nasıl topluca ahirette haşredileceksek Anadolu’da da Türkler olarak öyle haşredilmiştik. Allah bizi hemen hemen hiçbir millette görülmeyen bir nisyana tabi kılarak, aslında Türkleri hem ırkçılık belasından korumuş hem de hepimizi Ayşe annenin Ahmet babanın çocuğu kılarak kardeşleştirmişti. Bu kardeşleşme hadisesinin millet olabilmenin temel rüknünü oluşturduğu kanaatindeyim.

Aile içinde tuttukları kayıtlarla belki 700 – 800 yıl önceki dedelerinin adlarını bilen nice kavim var dünyada, bir örneği de Araplardır. Türklerde böyle kayıt hasletlerinin olmayışı, İstiklal Harbi’nde Anadolu’yu ikinci kez vatanlaştırabilmemizin harcı olmuştu. Bu harç her geçen gün elimizden biraz daha fazla kayıyor. Biz topraktan gelmiş, Ademoğulları olarak Nuh babanın soyuna dayanmış, oradan İbrahim Aleyhisselam’a ulaşmıştık. Neticesinde de Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edildiği şekliyle, peygamberin eşleriyle evlenemezsiniz çünkü olan ümmetin annesidir, ifadelerinden yola çıkarak; son atamıza ulaşmıştık. Allah ümmete en genel ifadesiyle ehl-i beyt’in kapılarını açmıştı. Türkler ehl-i beyt kapısından girdi. Bu sebeple ana babalarının isim kayıtlarını tutmadı. Meseleyi Türklerin konar-göçer olmasıyla açıklamaya çalışanlar da elbette oldu. Eğer İstanbul’daki, Bursa’daki ya da Anadolu’nun başka köşelerindeki tarihi camileri gezdiyseniz bilirsiniz; camilerin mimarlarının adları genellikle ya bilinmiyordur ya da biliniyorsa da hakkında malumatımız çok azdır. Yüzlerce yıldır ayakta kalabilen sanat eserlerini vücuda getirmeyi bilen Türk mimarlar, adlarının yaşamasını düşünememiş olabilirler miydi? Meseleyi yalnızca Türk mimarların enaniyet sahibi olmamasıyla açıklayabilir miyiz? Bu tutumun genele sirayet ettiğini, yazımızın ana konusundan zaten anlıyoruz.

Türk milletinin Allah’ın inayetiyle ehl-i beyt’in kapısından girişinin ikinci ayağı şiirdir. Nasıl ki soy kütüğümüzü tutmayıp neslimizi peygamberin eşlerine dayandırdıysak, şiirimizi de aynı anonimliğe mündemiç kıldık. Bugün Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın adını biliyoruz ama hayatları hakkındaki malumatımız oldukça sınırlı. Özellikle de kabirlerini bilmeyişimiz, bize bu isimlerin Anadolu’nun tamamına yani Türk milletinin sinesine defnedilmiş olduklarını anlatıyor. Türk kültürü şiirle yoğrulmuştur. Şiirle yoğrulan millet, soy kütüğünü niçin tutmadı? Okuma yazma bilmediği için mi? Bu itiraza vereceğimiz cevap Karacaoğlan’dan:

“Elif kaşlarını çatar,
 Gamzesi sineme batar.
 Ak elleri kalem tutar,
 Yazar Elif, Elif deyi…”

  1. yüzyılda eli kalem tutan ve Kuran alfabesinin ilk harfi olan elif’i yazan yani ne okuduğunu ve ne yazdığını bilen insanlarla karşı karşıyayız. Karacaoğlan’ı hakkını vererek okumuş kimseler şairin fantezilerden, büyülü hayallerden söz etmediğini iyi bilecektir. Başka bir örnek de şu:

“Karac’oğlan der maşallah
 Bir gün görürüm inşallah
 Kara donludur Beytullah
 Örtüsü kara değil mi”

Şair, bize 17. Yüzyılda Türklerin Beytullah hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunu, Beytullah’ın Türklerin yaşamında ne derece merkez bir rolde olduğunu gösteriyor. Kendi dünyasının değerlerini ve sabitelerini iyi bilen, eli kalem tutan, elif diye yazan bir milletten söz ediyoruz. Bu millet herhalde babasının adını kaydetmeyi de pekala bilirdi. Fakat bunu yapmadı. Niçin? Yunus’a başvuralım:

“Müsülmânlar zamâne yatlu oldı
 Helâl yinmez harâm kıymetlü oldı

Şakird üstâdıla ‘arbede kılur
 Ogul atayıla ‘izzetlü oldı”

Zamanın bozulduğunu, helalle haramın yer değiştirdiğini vurgulayarak başlayan şiirinde Yunus; şakirdin üstadına uymadığını, onunla arbede kıldığını, oğulun da atasıyla övünerek izzet sahibi olmaya çalıştığını söylüyor. Yunus’tan öğreniyoruz ki Türkler, atasıyla övünerek izzet sahibi olmaya çalışmayı helalle haramın yer değiştirmesi olarak görmüş, anlamış, kabul etmiş ve yaşamış. Bu bilgiyi Türk mimarların adlarını bize aktarmaktan imtina etmiş olmalarıyla birleştirince ortaya iyice çıkıyor ki; Türk milleti bu meseleye dair genel bir ahlaki kural koymuş. Soyuyla övüneni, adını ön plana çıkaranı ayıplamış. Öyle olmasaydı bugün hepimiz yedi ceddimizin adını biliyor olurduk. Elhamdülillah bilmiyoruz. Çünkü biz kendimizi peygamberin ehl-i beytinden belliyoruz. Ortaya koymaya çalıştığım fikri şiirlerle temellendirdiğimi sanıyorum.

Tarihi ve sosyal vakıaları değerlendirirken, çok boyutlu okuma yapmak gerektiği her zaman söylenir. Fakat bize öğretilenlerin genelde tam tersinin doğru olduğu pek dillendirilmez. Türklerin kayıt tutmama hasletlerini cehalete, konar göçerliğe bağlayan klasik anlayışı unutarak, birbirinize borç verdiğinizde onu yazın, fakat güveniniz varsa yazmayabilirsiniz, diyen ayete iltica ediyorum. Bir önceki ayette uzun uzun borcun yazılması gerektiği, borcu verenin değil alanın yazması, iki şahit tutulması, şahitlerden biri eksikse unutma ya da yanılmaya önlem olarak yerine iki kadın şahit bulunması, şahitlere baskı yapılmaması vs. bu kadar detaylı şekilde borcun yazılması gerektiği anlatılırken birdenbire bir sonraki ayette aranızda mevsukiyet bulunuyorsa yazmayabilirsiniz buyuruyor Allah. Hepimizin aklına hemen yatacak bir ayetten söz ediyorum fakat bu durum sizce diğer milletler için de geçerli mi? Bu ayetleri sözgelimi bir Fransız’a anlatsak, bizim kadar olağan bir tepki verir mi, emin değilim. Eğer birbirimize güveniyorsak aramızdaki hiçbir şeyi kayıt altına almamak huyumuzun nereden geldiğini böylece tespit etmiş bulunuyoruz. Her ne kadar modern zamanlarda kayıt altına alınmamış ortaklıklardan, borç ilişkilerinden zarar görülüyor olsa da güvene ihanet edildiği durumlarda eski zamanlarda da aynı mağduriyetin yaşanabileceğini akıldan çıkarmamak lazım. Oluşan maddi zararın müsebbibi borcu yazmamak değil güven ilişkisini zedelemek. Nitekim güven yoksa zaten borcun yazılması lazım.

Türk toplumunun taşıdığı ortak değerleri yüzyıllar öncesinden bugüne erişen şiirlerde bulabiliyoruz. Türk milletinin taşıyacağı ortak hedefleri de yine bu şiirlerden süzmek gerektiği kanaatindeyim. Yaşadığımız toplumsal çözülme ve çürümelerin ilacını arıyoruz. Fakat belki de acıyan yerlerimize sürülecek bir ilaç bulmak yerine kalbimizin arızalarını tamir edecek bir kelimeye ihtiyacımız vardır. Bu kelimeyi de şiirden doğup şiire vararak ele geçirebiliriz.

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *