Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

SONSUZ KAYDIRMA | Yeliz Dövücü
Deneme

SONSUZ KAYDIRMA | Yeliz Dövücü 

 

 

II.

Dijital Şizofreni

 

 

 

Durdurulamayan bir başparmak hareketinin kısa tarihi…

 

 

Sabah saat 07:00. Alarm çalıyor. Yani teknik olarak “çalmaya çalışıyor. Çünkü onun sesi, zihnimdeki o derin uğultuya çarpıp yansımadan yutuluyor. Göz kapaklarım kapalı, ama zihnim ayakta değil. Alarm sesiyle gelen ilk refleks: Ertele. Beş dakika. Bu beş dakika sanki bana ait. Günün geri kalanı her şeye açık ama o beş dakika… Sadece benim. Sıcak yorganın altı, yarı uykulu bilinç hâli, tüm dünyanın sustuğu o sabah boşluğu… Mükemmel boşluk. Evet, bu gerçek bir kaçış noktası.

Derken ikinci alarm. Sonra bir daha. Sonra bir dahaArtık fiziksel olarak yataktayım ama zihinsel olarak üç farklı evrende dolaşıyorum: Rüyanın tortusunda, ertelemenin suçluluğunda ve… Telefonda.

İşte o an geliyor. Elim, neredeyse refleks seviyesinde, telefona uzanıyor. Hani bazı şeyleri düşünmeden yaparsın ya — nefes almak gibi, göz kırpmak gibi… İşte artık ekran kaydırmak da onlardan biri. O kadar içselleştirilmiş bir hareket ki, belki de homo sapiens’ten sonra gelecek tür, başparmağı sonsuz kaydırmaya göre evrimleşmiş bir versiyonumuz olacak. Homo scrolliens.

Telefonu elime alıyorum. Henüz uyanmadım bile. Hâlâ gözüm tam açılmamış. Yüzüm yastığın izlerini taşıyor, ama elim ekran parlaklığına adapte olmuş. Parmağım bilinçli bir komut beklemeden kaydırmaya başlıyor. İlk içerik: “Dünyanın en huzurlu sabahı. Alt yazı: “Sen hâlâ yatıyor musun?”. Evet. Hâlâ yatıyorum. Hem de senin huzur dediğin şeyin tersine, içimdeki tedirginlikle.

Gün böyle başlıyor. Artık “uyanmak” biyolojik bir geçiş değil. İçeriğe temas etmekle başlıyor. Yani gözlerini açmadan önce ekranı açmak. Sabahın ilk ışığı değil, ilk reels’ı. Ve bu reels, gerçeklik algımı şekillendirmeye o saniyede başlıyor. Ben bir video izlerken beynim, gündüz rüyalarına adapte olmaya çalışıyor. Kahvaltıdan önce karakter biçiyorum kendime. Biraz komik, biraz bilgili, biraz duyarlı, biraz sarkastik. Her şeyden bir tutam ama hiçbir şeyden tam değil.

Sonsuz kaydırma, kullanıcının daha fazla içerikle buluşabilmesi için tasarlanmış bir konfor özelliğiymiş. Sözde. Aslında bu konfor, düşünme melekelerimizin üzerine çekilmiş yumuşak bir battaniye. Seni rahatsız etmeden içine çeken bir uyuşma hâli. Bir nevi dijital morfin. Kaydırdıkça geliyor. Gittikçe daha az düşünüyorsun. Daha az sorguluyorsun. Daha az fark ediyorsun. Daha fazla maruz kalıyorsun. Maruz…

Art arda gelen içerikler, beyni hiç durmayan bir yürüyen merdivene bindiriyor. Dikkat süresi daralıyor. Odak süresi mikrosaniyelere bölünüyor. Bir saniyede gül, iki saniyede hislen, üçüncü saniyede unut. Dördüncüde başka bir hayata geç. Empati değil bu; içeriğe göre duygusal dekorasyon.

Bir gönderi geçiyor. “Sabah 5’te kalkmak hayatımı değiştirdi. Hemen ardından gelen: “Kahvaltıda şu üç gıdayı yerseniz tüm enerjiniz artar. Ve bir sonrakinde: “Aslında hiçbir şeye gerek yok, sadece anda kal. Aynı kaydırma içinde çelişkili üç yaşam felsefesi. Üçü de aşırı ikna edici. Üçü de çok paylaşılmış. Üçü de senden bir şey istiyor. Ama hiçbirinde senin ne istediğin yok. Yani içerik üreticileri için sen bir algoritma parametresisin. Kimin kaç saniye durduğunu, hangi kelimede beğeni bıraktığını ölçen görünmez bir takip sisteminin birimisin. Dijital ekosistemde sen artık izleyen değil, izlenensin.

Ve bu sürekli tetikte olma hâli, sinir sistemini doğal hâlinden çıkarıyor. Günün her saatinde uyarılmış bir beyinle dolaşıyorsun. Bildirim sesi, bir kapı zili gibi değil artık. O bir uyarı. “Bak, başka bir hayat seni çağırıyor. Ekran açılıyor. Yeni bir akış başlıyor. Kendi hayatının bir bölümü daha beklemeye alınıyor.

Bu uyarılmışlık hâli fizyolojik de etkiler yaratıyor. Uyku düzeni darmadağın. Gözler sürekli parlaklık değişimine maruz. Odak yok. Baş ağrısı, boyun ağrısı, bilek ağrısı… Bunların hepsine “hayat telaşı” diyorsun ama belki de tüm sıkıntı şu küçük, masum başparmak hareketinde gizli. Sonsuz kaydırma, bedenle ekran arasında imzalanmış bir esaret sözleşmesi gibi çalışıyor. Sen farkında olmadan sürekli onaylıyorsun. Her kaydırmada “evet, bu esareti sürdürebilirim” diyorsun.

Ve bir gün, hiçbir şey yapmadığın hâlde bir halsizlik çöküyor. Sanki koşmuşsun gibi terliyorsun. Duygusal olarak yorulmuşsun, ama duygulanmadığın için şaşkınsın. Gözlerin kurumuş ama ağlamamışsın. Boynun tutulmuş ama hiçbir yük taşımamışsın. Belki de asıl yük, bu görünmeyen maruz kalma. Belki de o başparmak, sadece ekranı değil, senin ruh hâlini de kaydırıyor. Ne kadar uzaklaşabileceğini test ediyor.

İşte burada “dijital şizofreni” kavramı beliriyor. Evet, bu tıbbi bir tanı değil. Ama toplumsal bir semptom. Aynı anda birden fazla dijital kimliğe bürünmek, kendi sesini bastırıyor. Bir uygulamada iş insanı, bir diğerinde influencer, diğerinde sinema eleştirmeni, diğerinde komplo teorisyeni… Peki ya gerçek sen? O hâlâ offline.

Ve bu çoklu dijital kişilikler zamanla içsel bir kopuşa neden oluyor. Aynı anda her yerde olmaya çalışırken, aslında hiçbir yerde olamıyorsun. Aynı anda her şeye yetişmeye çalışırken, kendi zihnine bile zaman ayıramıyorsun. Sonuç: Zihinsel bulanıklık, kimlik yorgunluğu, karar verme bozuklukları, duygusal donukluk.

Çözüm var mı? Var. Ama çözüm içerik üreticilerinde değil. Çözüm “bilinçli tüketim” adı verilen, çok eski ama bir o kadar da göz ardı edilen bir yerde saklı. Parmağı durdurmak, sadece fiziksel bir hareket değil. Aynı zamanda zihinsel bir frendir. “Bir dakika, ben ne yapıyorum?” sorusunun kapısınıaralar. Ve o kapıdan girince… Asıl hayat başlar.

Dijital detoks demeyeceğim. Çünkü bu artık klişe. Ama “dijital diyalog”tan bahsetmek mümkün. İçeriğe maruz kalırken, onunla kurduğun ilişkiyi sorgula. Ne kadar izliyorsun? Ne zaman? Hangi ruh hâlindeyken? İzledikten sonra ne hissediyorsun? Yoksa hiçbir şey mi?

İkincisi: Analog alanlar yarat. Evet, o eski yöntemler. Kitap. Kalem. Müzik. Sokakta yürümek. Bir kafede boş boş oturmak. Gökyüzüne bakmak. Tüm bunlar “verimsiz” gibi görünse de, aslında zihnin kendi işletim sistemini sıfırladığı anlardır.

Ve belki de en önemlisi: Dışarı çıkmak. Gerçek bir pencere açmak. Telefon ekranından değil, gerçek bir pencereden gökyüzüne bakmak. Kuşları izlemek. Ağaçları. Sokaktan geçen bir çocuğu. Bunlar bildirim vermez ama hatırlatır: Hâlâ yaşıyorsun. Hâlâ buradasın.

Sonuç olarak, eğer bu satırlara kadar geldiysen, iki ihtimal var: Ya diğer sekmede başka bir video açık, ya da gerçekten merak ediyorsun. Her ikisi de kabulümdür. Ama sana bir önerim olacak:

 

 

Bazen ekranı değil, hayatı kaydır.

Ve hayatın ekranı yok. Ama ışığı var.

 

 

“Telefonu kaldır, hayatı indir,.

Belki de bu söz bir gün bir TED konuşmasının kapanış cümlesi olur.

Ama bugünlük burada dursun.

Kaydırmayı bırakanlara, gerçek bir günaydın.

 

 

Devam edecek…

 

 

Görsel: Pouya Fayazi

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *