X.
Göçen Kervanın Ardından
Nâzım Hikmet bir şiirinde şöyle der: “ve kadınlar/bizim kadınlarımız/…/ve soframızdaki yeri/öküzümüzden sonra gelen,”. Feministler bu dizeleri bol bol paylaşırlar fakat burada kadının ikinci sınıf vatandaş olduğunu anlatmıyor şair. Kadının sofradaki yeri öküzden sonra gelir. Çünkü öküz Anadolu’daki iktisadî yapının temelini oluşturur. Bir çekirdek aile, bir çift öküze sahiptir. Devletin mirî toprağından kendine verilen kısmı eker, biçer. Bu sistemin temeli öküzdür. Zamanın teknolojik şartları açısından da sosyoekonomik nizam bakımından da temelde öküz vardır. Toprağı sürecek saban ancak öküz ile hayat bulur. Bu sebeple öküzü olmayan erkek karısını da doyuramaz. Öküz yoksa aile de yoktur. Öküzü olmayan insanlar köyünde, yurdunda tutunamaz ve göç eder. Yüzyıllar boyunca Anadolu’da yaşanan hadise budur.
Mezkûr dizelerden biraz sonra şu dizeler gelir: “Kadınlar/bizim kadınlarımız/şimdi ayın altında/kağnıların ve hartuçların peşinde,”. Yani Türk kadını, nasıl yüzyıllardır mirîtoprağı süren öküzün peşinden gider, geçim kaygısındadır, hayat koşturmacasındadır, bugün de der şair, o öküzün çektiği kağnı ile İstiklal Harbi cephelerine mermi taşımaktadır. Yani Türk kadını cihat etmektedir. Peki bu Türk kadını feministlerin bu şiiri yorumlama tarzını bilmez mi? “Yerim öküzden sonra geliyorsa benim mermi peşinde ne işim var?” diye sormaz mı? İşte böylesine sakatlıklara duçar olmuş bir milletiz. Türkçeye züccaciye dükkanındaki bir fil gibi yaklaşıyoruz. Bu kadar hoyrat bu kadar hunharca kendi dilini hırpalayan başka bir millet var mı bilmiyorum.
Ellerini birleştirerek ileri uzatan bir adam. Tam karşısında ellerini açarak, kendisine doğru uzanan bir çift bitişik eli kavrayan diğer bir çift el. Elleri bitişik olan adamın dudakları, bundan sonra size tabiiyim, dedikten sonra ellerini kavramış olan adamın dudaklarına gider. Küçük bir buse kondurur ve sahne biter. Orta Çağ’da senyör, vassaldan biat almış, onukoruması altına sokmuştur. İki elini bitiştirip senyörün elleri arasında koyarak koruma altına giren vassal, artık senyörünün her ihtiyacı olduğunda özellikle asker ve para noktasında yardımlarını esirgememekle yükümlüdür. Senyör de vassalının ihtiyaçlarını karşılamak, onu diğer büyük balıklardan korumak zorundadır.
Bu sıkı ilişki, Avrupa toplumlarının kendini modern çağa kadar ayakta tutabilmesini sağladı. Çünkü Roma’dan beri yaşanan büyük otorite boşluğunu -her ne kadar buna aday olanlar çıksa da- dolduramadılar. Güney, Doğu ve Kuzeyyönünden büyük istilalara maruz kaldılar. Hem iç hem dış sorunlar, Avrupa’da kast sistemini adeta zorunlu kıldı, diyebiliriz. Soyluluk kuşkusuz Roma’da da vardı fakat toplumun tümüyle hiyerarşik örgütlenişi feodal çağdadır.
Barbar istilaları Batı’yı feodal olmaya zorladı. Türk korkusu ise Batı’yı kapitalist olmaya zorladı. “mater artiumnecessitas,” demiş Antik çağdaki insanlar. Feodal çağ, barbarların medenileşmesini sağlayarak Batı’nın paçasını kurtardı. Macarlar ve Vikinglerin Hristiyan oluşu XI. yüzyıldadır. Aynı şey modern çağda kapitalist nizam altında Batılılaşma yoluyla Türklere de yapıldı. Mehmet Âkif’in kulakları çınlasın. Tek dişi kalmış bir canavar, medeniyet gömleği giydirerek Türkleri kafirler için bir tehdit unsuru olmaktan çıkardı.
Rusya Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Karl Nesselrode 1830’da şöyle demiş: “Eğer Türk hükümetinin Avrupa’daki varlığının devam etmesine izin verirsek bu, bizim baskın üstünlüğümüz altındaki bir Osmanlı hükümetinin bizim çıkarlarımıza onun yıkıntıları üzerinde kurulacak bir devletten daha iyi hizmet etmesindendir,”. Nesselrode’un bu sözleri söylemesinden elli bir yıl kadar evvel Çariçe II. Katerina doğan torununa Konstantin adını vermişti. Nesselrode’un bu sözleri söylemesinden yirmi yıl kadar sonra General Rostislav Fadeyev, Karadeniz ve Hazar denizinin Rus nüfuzu altında olamıyorsa en azından tarafsız olması gerektiğini, çünkü güçsüz durumda bulunan Osmanlı ve İran’a karşı Kafkaslar’ınyeni bir patrona ihtiyaç duyduğunu söylemişti.
Yeni şeyler söylemek hevesine kapılmaktan kendimi kurtarmaya çalışırım. “Yeni şeyler” tuzağı, insanı bir girdap gibi içine çeker. Yeni sözler, yeni kıyafetler, yeni oyuncaklar… Parası olan ve olmayan herkesi tuzağına çeken “moda” kavramından bu yüzden tiksinirim. Devam eden moda içine aldığı insanları çıkmaz bir sokağa sürer. Hep birlikte, sıkış tıkış, o sokakta kalakalan insanlar yeni bir modanın doğması için gün sayar. Arada bağıranlar, çağıranlar modayı en çok ben takip ediyorum diye caka satanlar çıkar. Sessiz bir çoğunluk da sakince yeni rotayı beklerler. Günler böyle geçip gider. Kazanan yalnızca kârdır. Evet kârın kendisi kazanır.
Modern çağda insan bir zigon sehpaya döndü. Üzerine hangi süs eşyasını koysan onu taşıyor, sergiliyor. İnsan zigon sehpa değildir. Evet, modern çağ bana böyle absürt cümleler kurduruyor. “Moda” konuşuyor: “Çevreyi kirletiyorsunuz, bundan sonra bir birim değil beş birim harcayarak üretim yapın,”. Çünkü artık moda; çevre kirliliğiyle küresel düzeyde savaşmak. Öyle ya, doğa, Türk korkusu nedeniyle kapitalizmi icat eden Batı tarafından değil de biz Türkler tarafından kirletildi. Öyle ya dünyanın en büyük çevrecisi diye pazarlanan kızcağızın biri Türkiye’yi bilmem ne yapayım, diye küfredebilir. Çünkü biz çevre düşmanı Müslümanlarız.
Moda yalnızca giyim kuşamda değil fikir ve şiir dünyasında da var. Birlikte hareket eden insanlar bütünü. Bu bütün bir moda inşa edebilir. Frenklerin “fashion” dediği moda, her dönem her yıl, birlikte hareket eden insanlar bütünü tarafından inşa ediliyor. Ben hangi bütünün parçasıyım? Sorulması gereken kritik sual budur. Hangi bütünün parçasıysam o bütünün estirdiği rüzgâra uymalıyım, değil mi? Bugün Türkiye’de ve dünyada biz Türklerin estirmeye güç yetirebildiği bir moda yok. Türk kadını niçin cihat etmişti? Türk kadını niçin modaya uymamıştı? Bugün niçin Türkler modaya uymayı kerih bir şey olarak görmez hale geldi? Bütün kitle iletişim araçlarında -elbette küresel düzeyde- moda kavramı neden ve nasıl baş tacı edilmekte? Macarlar, XI. yüzyılda Hristiyanlaştırıldı, dedim. O güne dek kendi ifadeleriyle “Macar barbarlığından” illallah eden Batı, o günden sonra nasıl rahat nefes aldı? Peki biz Türkler, ne oldu da Avrupa’ya “Türk korkusu” kokusu yayamaz olduk?
AB’nin Türkiye’ye bir yılda kaç para hibe ettiğini bilen var mı? Yalnızca göç meselesi için değil, KOSGEB yatırımlarından tutun, okul vs. gibi bina yapımlarına dek, AB bütçesinde bir yılda Türkiye’ye kaç milyar Euro aktarılıyor? Hayırsever Avrupa mı demeliyiz yoksa Ruslarla aynı keskinlikteki görüşlere sahip Batı mı? Yoksa Batı bizi adam etmeye mi uğraşıyor? Bir başka deyişle dört koldan Moda Türk’ü yapılmaya çalışılıyoruz.
Bugün Türkiye’de, Avrupa’nın kapitalizmi icat edişine Türk korkusunun sebep olduğuna yönelik bir kavrayış var mı? Bugün Klasik Türk Müziğinin başta okullarımız olmak üzere hayatımızda hiç yer etmiyor oluşunu sorgulayan var mı? Türkler, milletlerden bir millet değildir. Türkiye de ülkelerden bir ülke değildir. Bu hususiliği, bu biricikliği kavramadan, bilinç seviyemizi bu noktaya çıkartmadan gelmekte olan -ayak sesleri duyulan- tehlikeyle çatışmayı göze almamız mümkün değil.
Devam edecek…