XVI.
Göçen Kervanın Ardından
Dil insan, lisan iktidar, lugat hegemonyadır. Türkçeyi iyi bilmek, doğru kullanmak kök salan bir ağaç gibi insanın ayakta kalmasını, başka bir deyişle kıyam etmesini sağlar.Türkçesi iyi olan kişi, hakkı yendiğinde hakkını alacak imkanlara sahip değilse de hiç olmazsa söyleyecek bir söze sahiptir. Şiir insanın derinleşmesindeki en büyük yardımcıdır. Ancak ayakta kalabilen insan iktidar olabilir. Bu da dilin lisan seviyesine yükselmesiyle mümkündür. Yani hakkını arayanın sesi, hakkını arayanların sesleriyle buluşabilirse orada lisan (iktidar) doğar. Günlük dil aşılır. Lisan iktidarın yoludur. Fakat yetmez. İktidar ancak hegemonya kurmakla ayakta kalabilir. Türkiye üzerinde kurulan Batı hegemonyasını yıkmak iktidar olmakla sağlanacak bir iş değildir. Bunun için lisandan lügate varmak gerekir. Yani birlikte hakkını arayan insanların sesi; hakkını arayamayan insanlara ses olmalıdır. İşte o zaman karşı hegemonya kurulmuş demektir.
Moskova Büyük Prensi III. Vasili, 1510’da Baltık Denizi yakınlarındaki Pskov şehrini ele geçirdi. O tarihlerde ortada bugünkü gibi bir Rusya yoktu. Moskova ve çevresini kontrol altında tutan bir prenslik vardı. Bugün Rusya’nın Batı bölgesini oluşturan alanlarda başka birkaç prenslik daha bulunuyor ve bu siyasi iradeler birbirleri arasında rekabet ediyordu. III. Vasili, kendinden önceki prenslerin yaptığı gibi ele geçirdiği şehrin bütün seçkinlerini sürgüne yolladı.
O dönem her şehrin ‘veçe’ adında bir yerel meclisi vardı. Bu mecliste şehrin ileri gelenleri toplanır ve vergi düzenlemelerinden yeni inşaatlara dek çeşitli yönetimsel kararlar alırlardı. III. Vasili, seleflerinin yaptığı gibi ele geçirdiği şehirlerdeki veçe’leri ilga etti. Bu meclisleri toplantıya çağıran özel çanlar olurdu. Prens, seleflerinin yaptığı gibi Pskov şehrinin çanını söktürerek Moskova’ya gönderdi.
Seçkin sınıfı, meclisi ve bir sembol olması bakımından mühim olan toplantı çanı ortadan kalkan Pskov şehrinin adını bugün duyan bilen yok. Peki bugün Türk çocuklarına adlarını vereceğimiz kadar sevip saydığımız Kırım’ın Giray Hanları’nane oldu dersiniz? Kırım Pskov’un yaşadıklarını yaşamadı mı?
Bugün Kırım Hanlığı’nın başkenti olan Bahçesaray ve civarında birçok Tatar yaşamakta. Ramazan ayında topluca iftarlar yapıyorlar, çocuklarına Osman, Salih, Müslim adlarını veriyorlar. Rusya onlara asla bu isimleri kullanamazsınız demiyor. İbadet etmelerine hiçbir şekilde engel çıkarmıyor. Hatta bugün Rusya’nın tüm topraklarında söz sahibi olan bir tür Diyanet İşleri Başkanı bile var.
Dünya tarihinde okuyabileceğimiz satırların çoğu bize aynı hakikati anlatır. Görebilen gözler, seçkin sınıflarını kaybeden toplumların siyasi bir irade ortaya koyamayacağını fark eder. Adın yaşasa da dünya sahnesinde bir rol oynaman imkansızdır. Bu durumun örneklerini saymakla bitiremeyiz.
Eğitim sistemimizin seçkin insanlar inşa edemediğinikonuşmak zorundayız. Gençlerimize yüksek kültürlü yerleşik Türkler olmalarını sağlayacak terbiyeyi veremiyoruz. Bunun yerine eğitimli dünya vatandaşları üretiyoruz. Bu vatandaşlar, şahsi ikballerini milletin çıkarlarının önüne koymakla kalmıyor; kültür emperyalizminin kompradorluğunu yapıyor.
İki köy tahayyül edelim. Birinci köyün hem erkekleri hem kadınları çalışır. Tarlalar sürülür, bahçeler sulanır, zararlı otlar ayıklanır, ağaçlar budanır. Bu işleklik sayesinde köy tımar olur. İkinci köyün insanları ise çalışmaz. Ot basmış yollarıyla ıssız ve terkedilmiş görünümündeki bu köyde insanlar ihtiyaçlarını dışarıdan temin etmek zorundadır. Köylerinin yanından ana yol geçtiği için zenginleşmiş de olsalar, işlekliklerini kaybettikleri için erimeye, yaşlanmaya, çürümeye başlarlar. Bu sebeple etrafınızdaki yaşlıların, manasız gibi görünmesine rağmen bazı alışkanlıklarını ısrarla terk etmediklerini görürsünüz. Çünkü işleklik kaybolursa gençlik ve bereket de kaybolur. Bereket; zenginlikte değil işlekliktedir. Kapitalizmin biz Müslümanlara attığı en büyük kazık, bereket kavramının zenginlik anlamına kayması olmuştur.
Getirdiğim misalin fazla karmaşık olmadığı kanaatindeyim. Yüksek kültürlü yerleşik Türklerin yerini alan eğitimli dünya vatandaşları; dışarıdan kültür ithaline hem kendilerini hem Türk milletini bağımlı hale getirdi. Elbette modern çağın arifesinde ithalatın kahir ekseriyeti Batı’dan yapıldı. Fakat biz niçin kendi kültür habitatımızı inşa edebilecek araçlardan yoksun kaldık? Niçin sadece dışa bağımlı bir kültür hayatına mahkum edildik?
1510 yılında Pskov şehrinin başına gelenler bizim başımıza nasıl geldi? Başka bir ifadeyle, 1510 yılında Pskovşehrinin başına gelenler, 1812 yılında Moskova’nın başına nasıl gelmedi? Zira o tarihte Napolyon, büyük ordusuyla Moskova’yı işgal etmişti. Mesele işgalse iki şehir de işgal edildi. Fakat biri küllerinden yeniden doğacak azmi buldu, biri bulamadı. Örnekleri çoğaltalım, Türk hakimiyetindeki Anadolu toprakları yüz yıl kadar evvel işgal edildi. Türkler, canlarını dişlerine taktılar. Kimsesizliğin ortasında silahlarına sarıldılar.
İşleklik; Türkleri uçurumun kıyısında tuttu. Zahmet çekenler, kendilerine güvenli bir alan oluşturabildi. Günümüzden 400 yıl kadar önce padişah fermanıyla İstanbul’daki tüm kahvehaneler kapatılmak istendiğinde, sebep yine aynıydı. Çünkü kahvehaneler, bir araya gelen insanların zihnî bir işleklik kazanması gibi beklenmeyen bir sonuç doğurmuştu. Daha geri gidelim; günümüzden 800 sene evvel kurulan bir teşkilat; Anadolu’nun İslamlaşmasında başat rol oynamıştı. O teşkilatın sırrı da aynı kelimede saklıdır: İşleklik. İşlekliğin; farklı olanı yapmak demek değil bilakis aynı olanı yapmak demek olduğuna dikkatinizi çekerim. İnsanların binlerce yıldır tarlaları ekiyor. Ustalar binlerce yıldır çıraklarını aynı yöntemlerle terbiye ediyor. Ölünün ardından sayısını bilmediğimiz kadar çok yıldır aynı gözyaşları akıyor.
İşleklik, insana insan olmanın ne olduğunu öğretir. Evvela insanın ancak diğer insanlarla birlikte insan olabileceğini öğretir. Bu açıdan, başkalarını ezerek değil ancak başlarına güven telkin ederek insan olunabileceği sonucuna ulaşırız. Çünkü sen tarlandaki yabanî otları temizlesen de komşun temizlemiyorsa, yabanî ot tohumları muhakkak tarlana tekrar sıçrar.
Türkçe, hakkımızı istememizin, hakkımızı yedirmememizin ve giderek dünyaya söyleyecek bir sözümüz olmasının teminatıdır. Dil, günlük hayatımızı hangi esaslara göre idame ettirdiğimizi açık eder. Lisan, dünyaya hangi pencereden (hangi kavramlardan) baktığımızı belli eder. Lugat, dünyaya hangi pencereyi açmayı istediğimizi ortaya koyar. Savaş, işgal ve fetih arasında dağlar kadar fark vardır.
Devam edecek…