Subscribe Now

* You will receive the latest news and updates on your favorite celebrities!

Trending News

Ruhsatsız

TÜRKLÜK REHBERİ KUR’ÂN-I KERİM NİÇİN İNDİRİLDİ? | Semih Samyürek
Deneme

TÜRKLÜK REHBERİ KUR’ÂN-I KERİM NİÇİN İNDİRİLDİ? | Semih Samyürek 

 

XX.

Göçen Kervanın Ardından

 

 

 

 

Hiç Türklüğün rehberi olur mu? Olur olur. Gelin anlatayım. Anadolu’da bir yerlerde, Pay Püre Bey’in 15 yaşındaki oğlu atlanır, ava çıkar. O sırada bölgeden geçmekte olan bir tüccar kafilesine kafirler saldırır, malları gasp eder. Bunun üzerine 15 yaşındaki bu genç adam kafirlerin hakkından gelir, gazâ eyler. Dede Korkut aynen böyle söyler. Bunun üzerine babası, artık ad vurulacak yaşa geldiğine kâniolur ve Dede Korkut’u çağırır. Dede Korkut da çocuğa Bamsı Beyrek adını vurur. Kafirle çatışmayı göze almayana ad bile vurmayan Türkler…

​“Muhammed cümleye dindir imandır/Delilsiz gidilmez, yollar yamandır,” der Yunus Emre. Bunu söyler çünkü Kur’ân-ı Kerîm bilginin kaynağıdır. Peki neyin bilgisinin kaynağıdır?

Hicrî 333/Gregoryen 944 yılında doğan İmam Maturidi, insanların, hiçbir ilahi haber olmaksızın yaratıcıyı bulabileceğini söyler. Buradan hareketle aklıma şu sual gelir: Öyleyse Kuran’ın indirilmesinin manası nedir? Madem biz kendi kendimize bir yaratıcı olduğunu bilebileceğiz, bu yaratıcı niçin bizimle iletişime geçip “Bakın, ben varım!” desin? İşte burada devreye Kur’an’ın ne dediği meselesi giriyor. Kur’ân-ı Kerîm 6236 ayette “Allah var Allah var Allah var” demekten başka bir şey yapmıyorsa o zaman itirazımız haklı olabilir. Peki öyle mi?

Kur’ân-ı Kerîm “Küfürle nasıl mücadele edilir, bir başka deyişle yaratıcıya nasıl kulluk edilir?” sualinin cevabıdır. Çünkü madem bizi yaratan bir “şey” var o zaman o şeye yönelmek gerekir. Nasıl ki baban sana harçlık veriyorsa ve onun evinde yaşıyorsan, onun kurallarına uyarsın, onun sözünü dinlersin. Aynı şekilde bir yaratıcı varsa ona yönelirsin.

Bu açıdan şunu diyebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm hidayet rehberidir. Kulluk etmenin ve küfre karşı mücadelenin el kitabıdır. Bu ikisi aynı şeydir. İnsan ne kadar iyi kulluk ediyorsa o derece küfürle mücadele edebiliyor demektir.

Tabiatı gözlemleyerek bir yaratıcı olduğunu bilebilirsin fakat küfürle nasıl mücadele edeceğini ve neyin küfür olup olmadığını nereden bileceksin? Bir başka deyişle Allah’a nasıl hakkıyla kulluk edeceksin?

Bir misal verelim. Bir hükümdar çıkıyor, diyor ki benim düzen sağlamam için yalnızca büyük büyük büyük dedeleri soylu olan insanlardan subay seçmem lazım. Bu önerme doğru mu değil mi? Bunu nasıl ölçeceğiz? Kendi kendimize bir yaratıcı olduğunu bulduk tamam ama bu önerme doğru mu yanlış mı? Antik çağ ve Orta çağda bu iddianın işe yaradığı nice misaller vardır. Tarih merakı olanlar bilir. İşte burada devreye Kur’ân-ı Kerîm girecek. Kur’an bu misalde böyle bir soy bağı ile subay seçmeyi yasak ediyorsa; üstünlüğün yalnızca takvada olduğunu vurguluyorsa o zaman biz Müslümanlar biliriz ki soy esasına göre insan ayırmak küfürdür.

Resulullah, altın ve gümüş ev eşyasını kullanmayı yasak eder. Bu tür eşyalar tarih boyunca aristokrasinin simgesi olmuştur. Zenginliği değil soy bakımından üstünlüğü simgeler. Bu sebeple İslam’da bu tür ev eşyaları kullanmak haramdır. Buradan anlıyoruz ki İslam dini; küfrün hegemonyasına karşı Müslümanların eline bir hegemonya kurma imkânı verir.

Hegemonya, tanımlamaktan başlar. Eğer biz Türkler kendimizi ve hayatımızı kendimiz tanımlamıyorsak, eğer kavramlarımızı Batı’nın elinden kaçıramıyorsak, o halde Batı hegemonyasını kırma ihtimalimiz yok demektir.

Kur’ân-ı Kerîm bilginin kaynağıdır. Küfür âleminin üzerimizde kurmuş bulunduğu hegemonyanın kırılabilmesinin tek yolu Kur’an-ı Kerim’in tek bilgi kaynağı olduğunun idrakidir.

Heredot, İsa Aleyhisselamın doğumundan 5 asır evvel İran işgali altındaki bugün Bodrum dediğimiz şehirde doğdu. Zamanı, Hz. İsa’yı merkez alarak tarihlendiriyoruz. Buna Katolik kilisesinin 226. Papasının 1576 yılında sipariş ettiği Gregoryen (Dünyada sadece bizim miladî dediğimiz) takvim sebep oluyor. Heredot Hazreti Muhammed’in hicretinden 11 asır evvel İran işgali altındaki bugün Bodrum dediğimiz şehirde doğdu.

Herodot meşhur tarih kitabını yazarken Yunan merkezli düşünür. Olaylar Yunan merkezli gelişir. Persler, dünya üzerinde yaşayan halklardan bir halk gibi değil de Yunan’ın düşmanı olmak bakımından Herodot’a konu olur. Yani Herodot, pergelin yazmaz sivri ucunu Yunan’a batırmış, dünyayı Yunan gözlüğü ile görmüştür.

Herodot’un millici tavrı, Hristiyanlıkla beraber Avrupa’da ortadan kalktı. Hristiyanlığın evrensel olma iddiası, Avrupa milletlerinin elinden millet olma imkanını aldı. Ta ki modern çağa kadar. Modern Batı, Hristiyanlıkla girdiği kavgada tekrar millet olma hüviyetini ele geçirdi. Avrupa dünyayı Avrupa merkezli bir okumaya tabii tuttu. Felsefeden bilime dek hemen her insan faaliyetinin merkezinin ve çıkış noktasının Avrupa olduğuna dair bir anlatı inşa edildi. Bu anlatıya bizzat Avrupa’dan da eleştiriler geldi ve bu konuda çok kitaplar yazıldı.

Avrupa’daki bu vakıayı gören bazıları hemen bunu kopyala yapıştır yapmak suretiyle Türklere uyarlamak istedi. Biz de Kur’ân-ı Kerîm’den kurtulursak, gavurlar gibi millet olabiliriz! Ne buluş ama! İlk bakışta akla yatkın gelen bu saçmalığa birazdan döneceğim.

İngilizce’de toplum anlamına gelen “society” kelimesi; takip etmek, ittifak olmak kökünden gelir. Kelimedeki, alt sınıfların üst sınıfları takip etmesiyle birlikte ittifak kurmaları manası açıktır. Biz Türkler ise toplum için “millet” deriz. Millet kelimesinin en dip manası “söz” söylemektir. Yunus Emre okuyanlar, şairin “millet” kelimesini hangi manada kullandığına dikkat kesilmeli. Yunus Emre, millet kelimesine şuurla alakalı bir mana yükler. Onun şiirlerinde millet, babanın dölü ile alakalı değildir. Aynı sözü eden insanlardan müteşekkil bir topluluktur.

Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı” der Yunus. Sözün kuvveti, hem söyleyenden hem dinleyenden gelir. Türk milletinin hususiyetlerinden biri de söze verdiği kıymettir. Biz söz kelimesine aynı zamanda ‘yemin’ manasını da yüklemişiz. Dedelerimiz “öl söz verme, öl sözünden dönme” demişler. Bu sebeple Millî sözümüze Misak-ı Millî demişiz. Yani Türkleri millet yapan söz Misak-ı Millîdir.

Türkler, İngilizler gibi farklı cemiyetlerin birer sınıf olarak bir araya gelmesiyle oluşan bir ‘society’ değildir. Türkler bir “söz” etrafında bir araya gelen insanlardır. Batılıları millet yapan, tepelerine çöken ruhban sınıfını kovmakken, Türkleri millet yapan verdikleri “sözleri” yerine getirmeleridir. En azından bu yolda çabalamalarıdır. Söz yemindir. Yemin Misak-ı Millîdir.

1744 yılında ölen İtalyan filozof Giambattista Vico’yagöre şiir; yaban ya da çocuksu aklın kendini dile getirdiği doğal biçimdir. En güzel şiir barbarlık ya da kahramanlık çağlarının şiiridir. İnsan geliştikçe akıl tutkuya baskın çıkar ve şiirin yerini düzyazı alır. Vico öldükten 176 sene sonra İstiklâl Marşı’nı yazan Mehmet Âkif keşke Vico’yu dinleseymiş diyebilir miyiz?

Hz Muhammed: “Güneşi sağ elime ayı sol elime verseniz, vallahi ben davamdan vazgeçmem,” demişti. Bu dava gavurun bayrağını reddetmek değil de nedir? Bu topraklarda Hz. Muhammed’in güneş-ay hadisindeki tavrı Türklükle kaim oldu. Olmadı diyen varsa Yunus Emre okusun. Diyar-ı Rum’u Diyar-ı İslam haline kim getirdiyse Türk odur. Bu davayı benimseyene Türk denir.

Cennet Cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları, bana seni gerek seni”.  Şimdi bu şiirin şerhini de yapmış oluyoruz. “Müslümanlık Müslümanlık dedikleri birkaç sarıkla birkaç para kasası/isteyene ver onları bana Hz. Muhammed’in davası gerek davası“. İşte burada Türk şiirinin manası ortaya çıkıyor. Çünkü bir Türk var, güneş-ay hadisindeki davayı sahiplenen. Türk şiiri işte o Türk’ün şiiridir. Sonuç olarak; Türk, Hz. Muhammed’in davasını/sancağını yere düşürmemektir.

 

 

 

Devam edecek…

Related posts

Bir yanıt yazın

Required fields are marked *