Ruhsatsız
Deneme

AŞILANMIŞ CEVİZLER | Semih Samyürek

 

III.

Göçen Kervanın Ardından

 

 

Isırmak isteyenin dişini kıran bir meyvedir ceviz. Eğer kabuğunu özenle ayırmazsanız, içinin tadına varamazsınız. Kabuğu kırılamayan ceviz yoktur fakat gözden kaçırmamamız gereken husus; nasıl kabuk sahibi olabileceğimizdir. Zira kabuksuz ceviz olmaz. “Senden büyük Allah var,” derler ya, o hesap, kabuğun ne kadar kalın olursa olsun, nükleer başlıklı füzeleri olan bir düşman illa bulunur. O halde boşa mı kürek çekiyoruz? Diye sual edilebilir. Tam bu noktada İsmet Özel’in şu satırlarını aktarmak isterim: “Kâinattaki işlerin çekilip çevrilmesinden insan sorumlu değil. İnsan amellerinden sorumlu. Amellerin değerinin ölçüsü ise niyetler. Demek ki insan niyetinden, istikametinden, yani kalbinden ne geçiyorsa ondan sorumlu,”. Mecâzımız özelinde insan, kabuk sahibi olmaktan sorumlu. Kabuğunun kırılmaması uğruna doğru yoldan sapmaktan, kabuğunu kırmak isteyenlere yaltaklanmaktan değil.

Türklük ceviz gibi kendini ısırmak isteyenin dişini kırmaya bağlanmış bir inanışı anlatıyor bana. Ufkunu çelik zırhlı duvarların sardığı düşmana karşı, kolay lokma olmam,beni ısırırsan dişin kırılır, diyen bir inanç. Bu anlayış, serhaddini iman dolu göğsü bilmiş, namahrem eli göğsüne değdirmek yerine intiharı göze alacak namuslu kadınlar gibi hareket etmişti evvel zamanda. “Bu nasıl bir şeymiş?” diye soran olursa, Karacaoğlan’ı, Yunus Emre’yi okuyabilir. Orada, Türkün İslam anlayışının ne derece şedit ne derece tavizsiz olduğu rahatlıkla görülecektir. Yunus’un, müslümanım diyen kişi, şiiri abdesti ve namazı veciz bir üslupla anlatırken, yalnızca hikmetten söz etmez. Aynı zamanda ceviz olmaklığı da ortaya koyar. Modern hayatın hesapsız hızı içinde, durup düşünecek vakti bulamıyoruz. Ne düşüneceğiz? Bu sorunun cevabını daraltmak istemem. İnsanların günün yorgunluğunu atmak için ellerine geçirdikleri türlü programla stres atmaya ve iş hayatından uzaklaşmaya çalıştıkları bir hayatın içindeyiz. Bu iklim şartlarında ceviz ne kadar tutar, bilinmez.

Türkiye, ceviz bahçesi olarak tapuya işlenmiş bir arazidir. Bu topraklarda zorlu kış şartlarına dayanan bir meyve ürer. Bu ağacın aşılamasını da bizzat Yunus Emre yapmıştır. “İndik Rum’da kışladık,” diyen Yunus, bu toprakların iklimini belki en iyi idrak etmiş Türk olarak, bize nasıl bir aşılama gerektiğini de aynı derecede biliyordu. Kendi ifadesiyle sık sık dile getirdiği, evvelden çiğ olduğu fakat Taptuk’un kapısında piştiği gerçeğini de burada anmak gerek. Kerameti kendinden menkul değil, o da bir kapının talebesi. Şiirlerinin ise en dikkat çeken yanı, bir zümrenin, bir çıkar grubunun değil doğrudan Türk milletinin aşısı olduğudur. Bazı Avrupa milletlerinin paçalarını Roma Kilisesi’nden kurtarma çabalarından yüzyıllar evvel millet olabilmenin temellerini şiirleriyle atan bir Türkten söz ediyoruz. Onun yaşadığı yıllarda Britanya topraklarında aristokratlar, sınıfsal çıkarlarını korumak adına kralla masaya oturup Magna Carta’yıimzalarken, dönemin ruhani başkenti sayılabilecek olan Canterbury şehrinin başpsikoposu Thomas Becket, kilise mensuplarının laik mahkemelerde yargılanmaması için kellesini feda ediyordu. Yani o da sınıfsal çıkarları için mücadele ediyordu.

Duraksamaksızın, Yunus’un da Türk milletinin sınıfsal çıkarlarını savunduğunu ifade edebiliriz. Anadolu’nun İslamlaşması hadisesi, İstiklâl Harbi’ne kadar akamete uğratıldı. Akamete uğrayan sürece karşı Türkler içinden her çağda büyük şairler, alimler yetişti. Günleri insanlar arasında döndürüp dururuz diyen Allah’a sığınarak söyleyebiliriz ki; yüzyıllar süren bu büyük mücadele, bir an bile kesintiye uğramadan bugün de devam etmekte. Elbette mezkur akâmeti, Âl-i İmran suresinin 140. ayetiyle açıklamakla iktifa edebiliriz fakat hadiseyi kaderin bir cilvesi olmaktan çıkaran somut vakıalar var. Bunları tahlil etmeden Yunus’un şiirlerine de tümüyle vâkıf olmamız imkansız.

Türklerin tarih boyunca onlarca devlet kurduğu anlatılagelir. İngilizler (Onlar kimse, Saksonlar mı, Normanlar mı, Bretonlar mı, Keltler mi) niçin tek bir devletle anılırken Türkler sahip oldukları onlarca devleti yıkıp yerine yenisini kurmuş? Tarih uzmanları bu soruya birçok cevap üretebilirler. Bana öyle geliyor ki; cevap Yunus’ta saklı. Yunus, Türklüğün aşısını vururken, devlet denen düzenleyici otoriteyi ikinci plana atmış bir şairdir. Hristiyanların kilisesi varsa, İngilizaristokratların yüzyıllar boyunca çekiştikleri krala karşı sınıfsal tahkimatları varsa, Türklerin yalnız Allah’ı vardı. Türkler milli varlıklarını devleti Allah’ın üzerine koymamaları sayesinde elde ettiler. Böyle olmasaydı, sözü edilen onlarca devletin esamesi okunmazdı. Devlet bizim için bir araçtı. Türklük, gazi uç beyliği ruhu sayesinde inşa edildi. Oysa Kilise, Katolikler için hayatî önemdedir. Kilise ve onun kurduğu düzen yoksa Hristiyanlık da yoktur. Nitekim Kilise’nin otoritesi yıkıldıktan sonra Hristiyanlık tedricî olarak zayıfladı ve bugün hem mensubiyet bakımından hem siyasi otorite olmak bakımından can çekişmekte.

Kilise devletlerden bağımsız olarak vergi toplar, devletlerden bağımsız olarak toprak sahibi olur, tarım yapar, ticaretle uğraşır, ülke hudutlarından bağımsız olarak Roma merkezli bir hayat inşa ederdi. Bir anlamda Kilise, modern devletin teşekkülünden evvel üç boyutlu sınırları muğlak olan bir tür dumansı devlet görünümü arz ediyordu. Haliyle ruhban sınıfı imtiyazlı bir sınıftı. Kilise tüm bunları yaparken, İncil’i yorumlama tekelini de mutlak surette elinde bulunduruyordu. Oysa Türklerde hiçbir zaman böyle bir tablo oluşmamıştır. Türkler Allah ile olan münasebetlerini ne devlete ne de dinî bir kuruma tevdi etmiştir. Bu sayede, Avrupa milletlerinin bir türlü içinden çıkamadıkları parçalılık cenderesine düşmekten kurtulduk. Kurtulduk ama gel gelelim başka güçlerin pençesine düştük. Yani Roma’dan beri bin yıldan uzun bir süre boyunca Avrupalıların arayıp da bulamadıkları merkezî otoritenin pençesine. Tarihe dönüp baktığımızda hem Gazâbeyliklerinin hem gazi uç beylerinin merkezî otoriteyle başının hep dertli olmasını başka nasıl açıklayabiliriz?

İngiltere’de aristokrat sınıfın merkezî otoriteyle olan kavgasını bu topraklarda, gazilerin kavgası şeklinde görüyoruz. Buna dikkatinizi çekerim. Türkiye’de yalnızca gazâ edenlerin, bunu göze alabilenlerin merkezî otoriteyle başı hoş olmadı. Sizce bu bir tesadüf mü? Bu tarihî tespit, Türklerin nasıl Türk olduğunu, Türklüğün ne menem bir şey olduğunu da ortaya koyuyor. Gazâ etmeyi göze alabiliyorsan merkezî otoriteden hak koparıyorsun. Ruhban sınıfı, aristokratlar imtiyazlarını korumak için ayrı ayrı savaş verirken Türkler de Yunus Emre’nin önderliği ve aşısıyla aynı kavgayı verdi. Bizim farkımız sınıfımızın aristokratlar gibi soyluluk beratlarına dayanmaması ve ruhban sınıfı gibi dini yorumlama imtiyazına sahip olan yani halka kapalı olan bir grup görünümü arz etmemesidir.

Türk sınıfı yalnızca müslüman oluşa dayanan bir sınıftır. Türk sınıfının sınırları müslüman olup olmamakla çizilmiştir. İşte bu yüzden müslüman olmayan Türk diye bir şeyden söz edilemez. Bu anlaşılamadığı için gayrimüslim Türk de olur gibi iyi niyetli bile olsa safiyane bir yorum ortaya çıkabiliyor. Oysa Türkler/Türklük kan bağı ile yahut Anadolu dışında bir yerden göç edildiğine dair elimize tutuşturulan bir berat ile belirlenmedi. Buna yönelik iki delil sunalım: Birincisi bizzat Mehmet Âkif’in şahsıdır. İkincisi; Karamanlıların İstiklâl Harbi’nden sonra gayrimüslim oldukları için Yunanistan’a gönderilmeleridir. Bu öylesine olmuş bir iş değil. Doğrudan doğruya bahsettiğim gibi Türk sınıfının tahdidi ile alakalı bir meseledir. Türk topraklarında sınıflar Türkler, Yunanlar, Ermeniler, Yahudiler vb şeklinde tecelli etti. Aristokratlar, ruhban, plebler vs şeklinde değil. Türk sınıfı da yalnızca müslüman olmakla sınırları çizilmiş bir sınıf olarak tecelli etti. “Bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda,”.

Modern çağın başında Pietizmden evvel aristokratlar soyluluk imtiyazlarına dayanarak, ruhban sınıfı ise Roma Kilisesi’ne yaslanarak sınıfsal çıkarlarını şu veya bu şekilde koruyageldi. Türkler ise yalnızca gazâ ederek milli çıkarlarını korumayı başardı. Gazânın ucu İstiklâl Harbi’nin verilmesine ve Türkiye’nin kurulmasına vardı. Bugün de başımızdaki sorunlarla yüzleşebilmemizin yolu gazi uç beyliği ruhunu evvela idrak etmek yani hatırlamak saniyen o ruhu ruhumuz bilmek. Gazâ siyasetin asil bir ikâmesidir.

 

 

Devam edecek…

Related posts

PETER PAN SENDROMU YAHUT DİSTEMPER | Kadir Tepe

Ruhsatsız
5 ay ago

NASIL SEÇKİN TÜRK OLUNUR? | Semih Samyürek

Ruhsatsız
3 hafta ago

SİYATİK* YAZILARI | Kadir Tepe

Ruhsatsız
2 ay ago
Exit mobile version