Ruhsatsız
Deneme

BİR NAL BİR ATI BİR ŞİİR BİR TÜRK’Ü KURTARIR | Semih Samyürek

 

IV.
Göçen Kervanın Ardından

 

 

Johann Joachim Winckelmann’ın yaptığı çalışmalar Antik Yunan kültürünün Almanya’da ve Avrupa’nın genelinde canlanmasının ve bu yolla Avrupa toplumlarında milli birlik ateşinin tutuşmasının önemli sebeplerinden birini oluşturur. Winckelmann’ın çalışmaları sonucunda birçok Alman entelektüel, Yunanlar’ın 18. yüzyıldaki hallerine, yani devasa bir kültürel mirasa rağmen Osmanlı tebaası olarak yaşıyor olmalarına bakarak, ceberrut bir kralın altında dahi entelektüel çalışmalar yapabileceklerine yönelik bir özgüven kazanırlar ve karamsarlığı geride bırakırlar. Bir nal, bir atı kurtarır hikayesindeki gibi, bir adamın kuyuya attığı bir taş belki de ölçülemeyecek boyuttaki gelişmelerin tetikleyicisi olabilir. Türkeli’nde tüten en son ocak sönmeden şafaklarımızda yüzen al sancağın sönmeyeceğine iman eden şair gibi.

18. yüzyılın sonlarında cereyan eden Amerikan devriminin başlangıcında da bir karamsarlık görmeyiz. Sonradan “Kurucu Babalar” olarak apotheosis’a tabi tutulan önderlerle İngiliz kralına karşı sert bir direniş sergileyen Amerikalılar, karamsarlığa devrimden sonra düşmüşlerdir. Zira on üç koloni, başsız bir şekilde adeta ortada kalmıştır. Gümrük vergilerinin ne olacağını dahi belirlemekten aciz olan ve merkezi bir hükümete sahip olamayan koloniler toplamı görüntüsü, Amerikan devriminin en karamsar günlerini oluşturur, desek abartmış olmayız. Savaş kazanmak, millet olmaya yetmez. Amerikalıların bu karamsar tabloyu aşmak için milli bir meclise ve milli bir anayasaya ihtiyaçları vardı. Onu da temin ettiler. Burada, milli bir meclis ve milli bir anayasa dediğimde tam olarak şunu kast ediyorum: Mezkur on üç koloninin sınırları içerisinde kalan tüm “freeman”ları kapsaması, bu sınırlar dışındaki İngiliz Kralı yahut Roma Kilisesi dahil hiçbir dış gücün ülke hudutları içerisinde herhangi bir hukuksal imtiyaz sahibi olmaması ve on üç koloniye dair olup biten işlerin kararlarının bu on üç koloninin temsilcilerinin bulunduğu bir mecliste alınması.

İşler bununla bitmedi. 10 Dolar’ın üzerinde resmi bulunan Alexander Hamilton, modern ABD’nin yapısal ve iktisadî temellerini attı. Bir başka deyişle borç ekonomisinin temellerini attı. Muhaliflerinin onayını alabilmek uğruna geçici başkent New York’un yerine Washington’un başkent olmasını kabul eden Hamilton, dünyanın bugün yaklaşık 300 trilyon Dolar borçlu olacağı bir sistemin modern temellerini atmış oldu. Merkeziyetçi/federalist kanadın, bir başka deyişle bugünkü Cumhuriyetçilerin fikrî kurucusu olan Hamilton, sağlam bir kamu maliyesi, ulusal banka ve üretim ekonomisi olmak üzere üç ayaklı bir bina inşa etti. Muhaliflerin başını çeken Thomas Jefferson ise insanların kirli binalara doldurularak sağlıksız ortamlarda çalıştırılacağını söylüyor ve temiz bir doğanın içinde özgürce tarımla uğraşmaya devam edecek olan “freeman”ların haklarını koruduğunu iddia ediyordu. Donald Trump’ın Hamilton’a ne kadar benzediğini dikkatli okurlar fark edecektir.

Hakimiyet bilâ kayduşart milletindir. Yani bu ülkede olup biten işler, bu ülke içerisinde karara bağlanır. Türkiye’de öyle mi acaba? Türkiye’de siyaset kurumu, işlerin dışarıdan yürütülebilmesine uygun bir şekilde tasarlanmıştır. Seçim sistemi, partiler kanunu, teşkilatların yapısı, meclisin işleyişi… Bunca karmaşık bir sistemin, genel başkan ve genel merkez sultasını berkitmesi, söylediğimin delilidir. Türkiye’de olan biten işlerin, alınan kararların ve belki de en mühimi ülkenin yönelimlerinin içeriden belirlenip belirlenmediğini sorguluyorum. Bu soruyu yalnızca bugün için değil, uzun bir süre için soruyorum. Türkiye’nin yüzünü döndüğü yerler, bugün hoşuma gider yarın hoşuma gitmez fakat daha mühimi bu yönelim milletin kendi çıkarları için belirlediği bir yönelim mi? Yoksa Türkiye’nin dışarıdan talimatlarla kalkıştığı işler mi? Örneğin 1 Mart tezkeresi; Türk milleti 2003 yılında hangi milli çıkarları doğrultusunda Irak topraklarına ordusunu göndermek istedi?

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır; âhir ömründe şu dizeleri yazmış: “Zülfe el sundurmadık ruhsâra toz kondurmadık/Zulme dîvân durmadık belvâya girmiş çıkmışız”. Merhum, Osmanlı’nın son yıllarında aktif bir siyasî hayat yaşamış. Mecliste yaptığı ateşli konuşmalar, tavırları; Türkiye’nin zor yıllarında elini taşın altına koymaktan imtina etmemiş. O dönemi inceleyen her aklı selim insan, açık yüreklilikle dönemin siyasi yönelimlerinin dış kaynaklı olmadığını takdir edecektir. Düşmanlık beslenilen tarafların dahi bu düstura sahip olduğunu görecektir. Doğrudan dışarıdan beslenilen belli başlı teşkilatlar dışında her siyasi mülahazanın memleketi kurtarmak adına düşünüldüğüne ben kâniyim. Dönemin geçerli kavramıyla, mefkure üzerinden düşünecek olursak, Yusuf Akçura’nın en beliğ biçimde ortaya koyduğu siyasi yönelimlerin bugünün Türkiyesi’nde yaşamak bir yana tartışmalara dahi konu olamadığını görüyorum.

Türkiye bir şey olacaksa kültürel canlılık sayesinde olacak. Çokuluslu şirketlerimiz bize itimat telkin etmeyecek. Dayanak noktamız finans hiyerarşisi içerisindeki sıralamamız olmayacak. Aksini düşünen varsa Almanya’nın bugünkü haline bakabilir. Türkiye’yle kıyas kabul etmeyecek sayıda çokuluslu markaları var ve bugün milli bir iradeye sahip değiller. Sahip olsalardı Rusya-Ukrayna çatışmasında milli çıkarları doğrultusunda bir tutum alırlardı. Onlar da dünya sisteminin paylaşım denklemleri içerisinde sıkışmış durumlar, hepimiz gibi. Biz Türkler’e güvenli bir yaşam sahası temin eden şey paramız olmadı. Yarın da olmayacak. Rahmetli babam bana hep şu öğüdü verirdi: Para hayatında hiçbir zaman amaca dönüşmesin, hep araç olarak kalsın. İsmet Özel okumaya başladıktan sonra anladım ki aslında hangi siyasi görüşten olursa olsun Anadolu insanının mayasıyla İsmet Özel’in fikirleri arasında sarsılmaz bir bağ var. Bu bağı temin eden unsurların başında da kuşkusuz Türkçe geliyor. Bu sebeple kültürel canlılık vurgusu yapıyorum. Çünkü bugün “maya” dediğimiz tavrın, dünyaya karşı bir felsefî duruşu temsil ettiğini biliyorum fakat bu tavır, ağır kapitalist saldırı altında büyük kan kayıplarına maruz kaldı, kalıyor. Kültürel çoraklaşmadan bahis açmadan herhangi bir edebî sohbetyapılamıyor. Yaşadığımız çağ bizleri bir bataklığın içine soktu ama biz de farkında olmadan o bataklıkta debelenmekten haz alıyoruz. Debelenişimiz konfor alanımız halini alıyor. Oysa üretmek ve verimliliğe odaklanmak; (bu kavramları kullanmak bize sanayi alanı dışında da anlam sahaları açabilmeli) sözünü ettiğim kültürel canlılığı temin etmenin en mühim unsurlarından biri.

Çanakkale Harbi ve İstiklal Harbi arifesinde Selanik’te Genç Kalemler, İstanbul’da Sırat-ı Müstakim gibi dergi çevreleri 2025 Türkiyesinden daha canlı bir kültürel ortam tesis etmişti. Bizler, 100 sene sonra daha vahim bir durumun içerisindeyiz. Mali hegemonyaya göbekten bağlı bireyler olarak para ağının dışında bir kültürel canlılık temin edemiyoruz. Şiir söylüyor, dergi çıkartıyor, internet siteleri kuruyoruz fakat hegemonyanın boğucu karartması altında bir “ses” örgütlemeye güç yetiremiyoruz. The Blitz, II. Dünya Savaşı’nda Londra’yı her gece ışıkları söndürerek Alman bombalarına hedef olmaktan kaçmaya zorlamıştı. Bugün bizim farkımız karartmanın The Blitz’ten kaçmak için değil de doğrudan The Blitz tarafından başımıza sarılıyor oluşu. Öyleyse bizim yolumuzu aydınlatacak bir kandile ihtiyacımız var. Şiire.

 

 

Devam edecek…

Related posts

SİYATİK* YAZILARI | Kadir Tepe

Ruhsatsız
2 ay ago

NOH SAHNESİNDE BİR YAZAR: TANRISAL VE İNSANİ DENGEDE GÖRÜNÜR OLMAK | Merve Yaylacık

Ruhsatsız
5 ay ago

“GEREKLİ” ŞİİR SORUŞTURMASI (I) | Kadir Tepe

Ruhsatsız
4 gün ago
Exit mobile version