Ruhsatsız
Söyleşi

Can Ülgen, Berat Korkmaz ile Fabrik Kitap etiketiyle çıkan şiir kitabı “Ejderhanın Üflediği” hakkında konuştu.

“CAN’LA BİZ; ANCAK BİR ADAM EDERİZ

ACI YARIM KOYAR İNSANI”

 

Can dostum Berat! Öncelikle bu söyleşiyi yapmakta biraz geç kaldık kabul ediyorum. Gerçi benim şiir serüvenime ilk başından beri şahit olan sensin, keza biziz. Aramızda “Ejderhanın Üflediği” bir alev topunun büyüdüğü de oldu yetimliği de. Şimdi sana ilk sorum şu olacak; sen ilk olarak bunlarla ilgili de olabilir veya misallerle de ne söylemek istersin? Ejderhanın Üflediği bir zaman dilimi, sence ne kadar daha eksik ne kadar daha tam?

Ejderhanın Üflediği benim için itiraflar silsilesiydi.

Sırları vardır hepimizin. Birisine anlatmak istersin fakat korkarsın da bir başkasının duyacağından. Ben herkesin sorunlarını dinlemekten müthiş kıvanç duyarım da kendi sorunlarımı, sırlarımı kimseye dökmem, dökemem. Nedense böyleyim oldum olası. Şiir yazmaya henüz başladığımda da bunun için yazıyordum. Başkalarına anlatamadığım şeyleri sonradan “imge, metafor, analoji” diyeceğim şeylere büründürüp bilinçsizce saçmalıyordum.

“Gizdi soyluluk veren yaşama” böyle diyordu Melih Cevdet. Bense yaşantımı uluorta dökmüştüm. Hiçbir soylu yanı kalmamıştı yaşantımın.

Şimdi hem şiiri sırlarıma bir alet olarak kullanmamdan hem de ilk kitapların her daim biraz acemi biraz eksik olduğunu düşündüğümden Ejderhanın Üflediği elbette tam değildir.

Son zamanlarda görüyoruz ki herkesin bir şey anlatma derdi var. Masal okumadan masal anlatmak moda oldu. Akranımızın çoğunu hevesinde ve akıl tüccarlığı yapmasında görüyoruz ki bir aldanma söz konusu. Kimi poetikasında okumadan söz sahibi olmak istiyor kimi çok okuduğu için daha iyi anlatacağını söylüyor. Ama şiir hikâyeden ziyade anlatılan değil söylenendir. Senin kulağın nerelerde son zamanlarda? Bu konudaki fikirlerini de elbette biliyorum ama seni tanımayanlar için birkaç cümle ile anlat bizlere.

 

Bence evvela şair ne anlattığını, nerede durduğunu ve nereye ait olduğunu bilmeli. Şiirini öyle başıbozuk bırakmamalı. Bir görüşe bir temele dayandırmalı şiirini. Yoksa şiir ucuz bir işçilikten öteye gidemez. Şiirini anlatabilmeli ve nerelerden beslendiğini sezmelidir. Dediğin gibi günümüz şairlerinin en büyük sorunlarından birisi de bu. Ne yaptığını bilen çok az. Kimisi estetik bir şiir yaratmaya çalışırken sentetik ürünler ortaya çıkartıp şiiri bağlamından kopartıyor; kimisi ise saf, duru bir şiir yaratmak isterken kendini gündelik dilin gelişigüzel, avam ve sığ yanından kopartamıyor.

Zannımca şiir, bilgi ve işçiliğin ürünüdür zaten. Yetenek benim nazarımda işin küçük bir kısmıdır. İlham ise belki şairi yazmaya teşvik eden bir kelime, imge, olay, parıltıdır. Bu bazen olur bazen olmaz. Olmasını bekleyenlere başarılar.

“Akıllıydım, en büyük akılsızlığım da bu oldu”

 

Seninle poetikamız şahitlikler üzerine kurulu demiştim. Sen benim çekingenliğimi, kırılganlığımı, ailemi, Kadir’i ve rabbimi en iyi bilensin bir nevi. Biz daha genç yaşımızda şiir yolculuğuna çıkarken herkesler gibi büyük hayaller kurduk ve bu hayallerin ilki kitabımızı aynı anda aynı yayınevinden çıkarmaktı. Şimdi dönüp baktığında “kantarların daha az leblebi tarttığını” veya “bing bang” teorisi gibi bin çeşit yaşantıya teğet geçtiğimiz için şunu daha iyi yapabilirdik dediğin bir özeleştirin “bir aşkın siğil çiçeği” var mı kendine?

 

Söyleşimizin başlığında da yer verdiğin gibi bir şiirimde “Can’la biz ancak bir adam ederiz” demiştim. Henüz bir yerlerde çıkmadı bu şiir. Bir seneyi geçti belki de yazalı. Ne zamandır üstüne düşeceğim, bitireceğim diyorum ama olmuyor. Bazen böylesi daha da iyi oluyor biliyor musun? Şiir kafada bitiyor bir süre sonra. Neyse, nerede kalmıştık? Ha, evet, bizim yapabileceğimiz en iyi şey kendimizi kendimizle tamamlamak olmalıydı. Bunu daha iyi yapabilirdik. Biz işin kolayına kaçıp Diyojen’in elinde fenerle “Adam arıyorum.” demesi gibi bizi tamamlayacak birilerini aradık yıllarca. Bu sen oldun bir zaman. Bazen Kadir oldu. Senin için Yağmur, benim için Emel. Arkadaş, dost, sevgili, anne, baba her neyse. Bir şeylerin açığını kapamak için başkalarını yama olarak kullandık. “Terzi kendi söküğünü dikemez.” dediler ya bize. Hah, işte biz orada aldandık kardeşim.

 

Burada okuyucu için üzüldüğüm tek kısım bu sorulara verilen cevapları senin sesinden dinlemeyecek olmalarıdır kuşkusuz. Öyle bir sesin var ki payına düşen dizeleri söylenerek kuşattığını biliyorum. Fakat yine akranımızın bir hastalığı var. Şiir aslında basit bir şey düşüncesi ve alt metni boşaltılarak duraktan durağa yazılan metinlere şiir denmesi bu hastalıklara birer örnek. Bu yaralı parmağı saksıya diksek de büyümeyecek mi artık?

 

Biz yazılan şeye “şiir” dediğimiz zaman bu onun şiir olduğunu gösterir mi? Şüphesiz göstermez. Bırakalım birileri bir şeyler söylesin, saçmalasın. En nihayetinde kararı verecek olan tarih değil midir? Ne yaptığını bilen kişi güncel dedikodulara, basit metinlere kulak asmayıp işine odaklanan kişidir. Bırakalım da birileri iş yaptığını zannetsin. Günün sonunda dumura uğrayacak olan biz değiliz, onlar.

Biliyorsun ki ben “Olanla Yetim”i anneme ithaf etmiştim. İkimizin de yara ve yara yeri olarak aile muhabbeti var. Bu muhabbet ki sadece biz duyabiliyor ve acısını içimizde ta en derinlerde hissedebiliyoruz. Bu yüzden ben senin de kitabının görünmez ithafları olduğunu düşünüyorum. Bu ithaflar kitabın muhtelif yerlerinde geçen dizelerden oluşuyor. Misal “her insana nah çekmeli babasının dölleri” diyebilmek aslında bir ithaftan nece nedir?

 

Bu soruya bir eğitimci olarak bu çerçeveyle cevap vermek istiyorum. İnsan doğumundan son çocukluk dönemine değin yoğurulmayı bekleyen bir hamur gibidir. Bu hamur ilk önce ailenin elinde şekil alır ve sonunda ortaya bir ürün çıkar. Bu ürün de ergenlikle beraber bireysel olma arzusu güden bireyin kararlarıyla “kişilik” dediğimiz kavramı ortaya çıkartır. Bizim gibi alt-orta sınıfa mensup ebeveynleriniz varsa şayet direkt el sürülmemiş bir hamurla karşı karşıya kalırsınız. Bu durumda yapacağınız tek şey kabullenmek ve çıkar bir yol aramaktır. Çünkü yaşıtlarınız aşması gereken birçok sorunu zamanında aşmış, edinilmesi gereken kazanımları edinmiş ve hamurları belli bir şekle gelmiş olarak sizin karşınıza çıkar. Onlarla olan yarışınızda ne yazık ki handikaplı başlarsınız. Kendi başına olduğunu anlamak suratınıza bir tokat, ayağınıza bir çelme, belinize bir kambur…

Yani diyorum ki ailemden çok bahsettim şiirlerimde. Hepsinin sebebi bir başka Berat olabileceğimi düşünmemden ötürüdür. Olabilecekken olamadığımı desem daha doğru olur. Yarış çoktan başlamış ama sen hâlâ düdüğün çalınmasını bekliyorsun. Öyle işte.

 

Şiirlerin isimlerine tek tek bakınca sadece başlıklarıyla yan yana getirdiğimizde bütünsel bir şiir çıkıyor ortaya.  Bu da senin şiirinde, şiirle yaşantının habersizlikle getirdiği ekstra bir durum. Bu üslup, bu tavır, bu ses geni sadece belli başlı şairlerde vardır. Sen de o şairlerden biri olarak ne söylemek istersin bu konu hakkında?

 

Önce teşekkür ederim güzel sözlerin için.

Şiirlerim hep belli bir çerçeve etrafında gezer. Bu sebepten başlıklarım da birbiriyle paralellik ya da dediğin gibi bir bütünsellik, devamlılık gösteriyor olabilir. Yine birkaç şiirim dışında biçimsel olarak şiirlerimin görünüşü birbirine benzer. Başlıklar da hakeza böyledir. Uzun ama bir ritme oturturum başlıkları. Zaten oldum olası kısa şiir ve kısa dizelere uzak hissetmişimdir kendimi.

Her şiir ayrı bir şey anlatır gibi gelir; fakat dışarıdan bakıldığında aynı şeyi farklı şekillerde anlattığım rahatça anlaşılabilir. Yine bu durum senin söylediğin şeyi haklı gösteriyor.

 

Kitabın üç ayrı bölümü ve bu bölümlerde şiir başlıklarıyla birlikte film ve kitaplardan alıntılar var. İlk film alıntısı intihar etmek isteyen ateist bir profesör ile onu intihardan vazgeçirmek isteyen dindar bir adamın karşılıklı konuşma ve tartışmasını anlatıyor. Dediğin gibi bu bir ölüm uçurumudur. İkincisi ise hayatta tek başına kalmış huysuz ve yaşlı bir fizikçinin bir yolculuk esnasında gördüğü kâbusları anlatıyor. Dediğin gibi bu bir lanetlenmiş çocukların göğsüne denk düşen tüfenktir. Son olarak Kaybedenler Kulübü adlı filmden sevmek ile bir alıntı var. İntihar, kâbus ve sevmek. Yoksa bunlar “Ejderhanın Üflediği” şeyler mi?

 

Ejderhanın Üflediği’ni yazarken her okurun ejderhanın üflediği şeyi kendi ihtiyacına göre bulmasını arzuladım. Misal sen intihar, kâbus ve sevmek dedin. Bir başkası yalnızlık ve cinsellik diyebilirdi. Bu yüzden kitabın ismini arafta bıraktım. Ejderhanın Üflediği… Ben bir şeyler anlattım ve okura bunlardan ejderhanın üflediğini bulmak kaldı. Çünkü her şeyi hazır tüketmeye ve elde etmeye o kadar alıştık ki bir şeyler için mücadele etmemiz gerektiğini unuttuk. Ben bunu hatırlatmak istiyorum insanlara.

 

“baba dediğimde enf anne dediğimde ek nota olarak bulunsun si

bitmiyor ki leblebi, saçlarımı -yon -yon –yon”

 

 “Yorgun ve Hatalı Günlerin Irmağı” adlı şiirine çalışırken Fatih’te bir kıraathanede oturuyorduk ve size “Geçmiş Zaman Üstüne Methiyeler” adlı şiirimi okumuştum. O gün Üsküdar’a dönene kadar ve orada geçirdiğimiz süre boyunca şiirin metaforiğini, sesini süregelen dizelerle söyleşmiştik. Bunları daha detaylı bir şekilde Kadir’e yazdığım mektuplarda anlattım, anlatıyorum. Hani midemiz kazındığı için leblebi alacaktık ve beş kuruşumuz yoktu bir avuç leblebiydi, on kuruştu, yerlere yedirmiştin sen onu. “Kantar al, aktarlar leblebi tartmıyor artık” diye başlıyordu şiirin. Yani demem o ki senin yaşamında şiir yok, senin şiirinde bir yaşam gizli. Biz sence böyle olduğumuz için mi bütün şairleri paydaş görüyoruz yoksa böyle olmak yetimlikten mi?

 

Güzel bir kelime yakaladın: Paydaş. Leblebi de tam buraya bir göndermeydi. Elimizdeki birçok şeyi insanlarla paylaşmaktan geri duruyoruz. Örneğin çok aç olduğun bir gün elindeki ekmeği bir yoksula vermek istemezsin ya da bir kış günü soğukta titreyen bir adam görsen dahi üstündeki paltoyu ona vermek sana zül gelir. Ancak leblebi böyle değildir. Aranan, olmazsa olmaz bir yiyecek değildir. Hatta cebinde çok varsa arkadaşlarına paylaştırmak için fırsat kollarsın. Öyle matah bir şey değildir yani.

Biz o yolu şakayla karışık “leblebi, leblebi” diye geçerken leblebiyi şiirimde nasıl kullanabilirim diye düşündüm gün boyu. Sonunda çok demode dahi olsa sevginin de bir paylaşım olduğu fikriyle aldım leblebiyi şiirime. “Oğlum Berat, sen devamlı paylaştın” dedim kendi kendime. Cebimdeki son leblebiyi de verdim sandım ama “bitmiyor ki leblebi, saçlarımı -yon. yon. yon.”

Sonunda fazla cömert buldum kendimi: “böyle böyle cömertliğimin son dehası paylaşımın aziz yönünü didikledim didikledim”

Yine bir kısımda artık leblebiyi takıntı haline getirip kendime eziyet ediyordum:

öptüm seni fakat dinmedi rüzgârın çünkü her şeyi terk etmek gibi bir bela vardı başında

öpmüştüm ben seni ben seni ben seni/ çünkü her şeyi tekrar etmek gibi bir bela vardı başımda

leblebi leblebi leblebi

Sonunda işte şiirin ismine çıkıyor yol. Yoruluyor insan. “Yorgun ve hatalı günlerin yitirilen ırmağı”.

Türk edebiyatında artık edebi metinlerin iç açıcı bir nevresimi yok Berat. Biz sanki her gün ölüp her defasında aynı kefene sarılı buluyoruz kendimizi. Sen bu bağlamda şiirin geri kalmışlığı adına ne söylemek istersin?

 

Biz nerede durması gerektiğini bilen bir toplum değiliz ne yazık ki. Sahte diplomayla doktorluk yapanı mı dersin, öğretmen olmadığı halde öğretmenlik yapanı mı ne ararsan var bizde. Böyle olunca hiç şiire bulaşmaması gereken kişiler de kendini bir anda şair addedebiliyor. Yine eğitimin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.

Bize küçükken öğretmenlerimiz “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorarlardı. Buna ilkokulda farklı, ortaokulda farklı, lisede farklı cevaplar verip durduk hep. Hatta üniversiteyi okuyup bitirdikten sonra bile hâlâ ne olacağımızı tam olarak bilmeyen bir nesil haline geldik. Oysa insan yeteneklerini henüz küçük yaşlarda keşfetmeli ve neye ilgisi olduğuna kanaat getirip o alan üzerine yoğunlaşmalı diye düşünüyorum. Oysa biz kendimize yabancıyız. Onlar olmadı bari bu olsun deyip edebiyata yönelen tonla insan biliyorum. Yazdıklarını da bir şey sanıyorlar üstelik.

Yine bu durumun her şeye kolay erişebilir olmamızdan kaynaklandığını da düşünüyorum. Henüz yakın tarihlerde dahi ders kitapları ücretli satılır, kalem, defter almaya yalnız maddi imkânı olanların gücü yeterdi. Böyle olunca da farazi bir kişi yeteneği olmadığını bile bile kaleme, deftere para verip şiir yazma meşakkatine girmezdi. Şimdi her şey daha olanaklı. Üstelik kitap yazmak kadar kitap basmanın da niteliği düştü. Kitabının nasıl olduğunun bir önemi yok. Parasını veriyorsun ve kitabın çıkıyor. Burada yayıncılar da suçlu. Böyle olunca da her yanımızı kalitesiz işlerle çevrili buluyoruz.

 

Elbette hepimizin şiirinde eksik yönler var. Sen kendi şiirini ne kadar eleştiriyorsun? Biz eksilmedikçe çoğul olamayacağımızı biliyoruz. Sence okur bunun farkında mı?

 

Şair her zaman en büyük haksızlığı kendine ve şiirine yapar diye düşünüyorum. Bazı zaman oluyor ki saatlerce uğraştığım bir metni anlık bir refleksle saniyede siliyorum. Okur, yazılan metni anlık bir ilham sansa da biz biliyoruz ki yazdığımız eserler ciddi bir emek ve zamanın ürünü.

Ne zamandır kendimi tekrarladığımı fark ediyorum. Yazdığım şey bir öncekinin basit bir kopyası gibi geliyor. Bu yüzden uzun bir süre yazmadım. Yalnızca okudum, okudum… Kitap için yazdığım son şiirden bu yana neredeyse hiç yazmamıştım. Bir senenin sonunda yeni bir şiir üzerine çalışmaya karar verdim ve şiiri 2-3 ay gibi bir sürede bitirdim; “insan âşık olursa şapkasını düşürür” yakın bir zamanda yayınlandı şiir ve epey sevildi. Diğer şiirlerimden daha başarılı, farklı bulundu. Şunu fark ettim ki bazen zorlamamak gerekir. Hiç yazmamak yazdığının bir benzerini yazmaktan yeğdir.

 

“bir nebze insanım, bir nebze serseri

ben rüzgarından çekindim yoksa öperdim seni”

 

Ben senin şiirinin özellikle tekrar eden sesini ve vurgunluğunu çok seviyorum. Sadece bazı yabancı kelimelerin fazlalığı okuru itebiliyor fakat ben senin müziğini bildiğim için saatlerce dilime dolanıyor dizelerin. Şimdi diyelim ki biz uzun bir süre belki bir ay belki bir mevsim belki birkaç sene ayrı kaldık ama mektup böyle bir nağme, ses böyle bir kamçı, kardeşlik böyle bir kırılganlık. Daha öncelerine de nasip olan dostluk masası, şairi daha çok şiire itiyor kuşkusuz. Sen bizden uzak kaldığın dönemde bu şiir masasının kırık ayağı nasıl olabildin?

Her ne kadar güç de olsa ben de bazen kendi şiirime dış bir pencereden bakmaya çalışıyorum. O vakit benim de ilk gözüme çarpan şey şiirlerimin sesi ve ritmi oluyor. İnan bunu belli bir bilinçle yapmıyorum. Her şairin kendine has bir yanı olduğuna inanırım. Benimki de bu sanırım.

Sizden uzak kaldığım bir süre oldu dediğin gibi. Yaklaşık bir sene çok bir araya gelemedik. O süre zarfında neredeyse tek bir dize yazmadım. Bana öyle geliyor ki biz birbirimizi harlıyoruz. Birkaç aydır sık sık buluşuyoruz ve birkaç şiire aynı anda çalışmaya başladım bile.

 

Son olarak canım kardeşim Berat! Neler söylemek istersin? Şiir dışında demek istediklerin var mıdır?

 

Kıymetli soruların için teşekkür ederim kardeşim. Dostluğumuz baki, sesimiz yüksek ve kalemimiz daim olsun.

Ha bir de Ahiyan konserine gideceğiz, unutmadın değil mi?

 

 

Related posts

“Ruhsatsız” Buluşmaları (I) | Can Ülgen-Berat Korkmaz

Ruhsatsız
7 gün ago

AHMET MURAT’LA SÖYLEŞİ | M. Burak Çelik, Kadir Tepe

Ruhsatsız
3 ay ago

Sertaç Polat, Abdulhâlik Aker ile Fabrik Kitap etiketiyle çıkan inceleme kitabı “OZAN-Modern Hece ve Süleyman Çobanoğlu” hakkında konuştu.

Ruhsatsız
2 ay ago
Exit mobile version