Yönelten: Kadir Tepe
Elif Akyol, Salim Nacar, Berat Korkmaz, Muhammet Durmuş
İyi Değil, Gerekli Şiir
“İyi” olan, çoktan ehlileştirilmiştir. Beğeniyle ölçülen her şiir, sistemin içindedir. Bizim meselemiz “iyi” değil, gerekli olan şiirdir. Gerekli Şiir, yazılması mecbur olandır—estetikten değil, kırılmadan, sıkışmadan, çürümekten doğar. Şairini seçmez, onu zorlar. Gerekli Şiir, derli toplu değildir; sarkar, bozar, patlar. Biçimi değil, baskıyı taşır. Anlamı kutsamaz, dağıtır. Okur aramaz, muhatap almaz. Kütüphaneye değil, sokağa, mahkeme tutanaklarına, klinik duvarlarına yazar kendini.
Gerekli Şiir, geçimlik değil, tehdittir. Edebiyat değil, sabotajdır. Bu şiir yaşamak istemez—dayatır. Literatür seni uyutur; Gerekli Şiir uyandırır. Zorla. Gönülden değil, zorunluluktan doğar. Kabul görmek için değil, direnmek için yazar. Ne ödül düşünür, ne takdir bekler. Gölgeye değil, çıplak ışığa çıkar. Geri çekilmez, izini silmez, hatırlatmaz—bırakır.
Gerekli Şiir, hoşlukla değil, basınçla ilgilenir. Estetikle değil, sıkışmayla konuşur. Kendini kurmaz, dayatır. Kendi zamanını beklemez, zamanı keser. Gerekli Şiir, hiçbir kürsüye çıkmaz; duvara yaslanır, araya girer, lafa karışır. Ne tamamlanır, ne susar. Sadece olur. Olduğu yerde kalmaz. Taşmaz, taşırır. Susmaz, susturur. Kendine alan açmaz; bulunduğu yeri kapatır. Gerekli Şiir, kapanmaz. Dönüp bakılmaz. İçinden geçilir. Ve her seferinde tekrar başlar.
Elif Akyol
Kadir Tepe: Genç şair, edebiyatın sintomatik sapması mı, dilin entropik çöküşü mü? Birikim, anlamın nekroz geçirdiği bir tortu mu, ilk sesi aşındıran mı hakikatin tektonik sarsıntısını tetikler? Kelimeler, ritüelin kriptik artığı mı, semantik bir metastaz mı?
Asıl soru şu: Şiir, dilin fosilleşmiş enkazından mı doğar, yoksa ilk harfin kazınmasıyla infilak eder mi?
Elif Akyol: Genç şair -ki ben o kavme dahil oluyorum zannımca- ne bir sapmadır, ne de bir çöküş. Onu bir tür gelişigüzel ses gibi görmek, şiiri sadece durağan bir forma indirgemek olur. Oysa genç şair, dilin içindeki gizli titreşimleri duyan ilk kişidir; henüz söylenmemiş olanı sezen, kalıplara girmemiş sesi arayan. Yolda olandır ve kalemi mürekkebe batırabilme cesaretiyle, çoktan kalemi batırmış olanlardan farklı bir yerde durur. Bu yüzden onun şiiri belki de dilin yangınından sonra kalan ilk dumandır; hâlâ alevi bilmeyen ama onun kokusunu taşıyan, yönü belli olmayan ama içinde sıcaklık barındıran. Haritası çoktan çizilmiş birinden daha gizem doludur aslında bana kalırsa. Bu yüzden ilk şiir kitapları kadar gizem barındıran bir ayna daha bilmiyorum edebiyatta.
“Genç” oluş, sadece yaşla değil, şiirle kurulan ilişkinin tazeliğiyle ilgilidir. Mesela Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri”ni yazarken gençti; çünkü söylenmiş olanı değil, henüz sesi duyulmamış bir acıyı kurcalıyordu. Emeklerden acıya, odadaki eşyalara, tragedyalara dokunmayı yeğliyordu ve elleri daha pakken yapmaya kalkıyordu tüm bunları. İkinci Yeni şairleri —Cemal Süreya, Ece Ayhan, Turgut Uyar— dilin yapısını bozmadılar aslında; sadece o yapı içinde sıkışan anlamı özgürleştirdiler. Onlar da bir zamanlar “genç şair”di, ama onların sapması hastalık değil, yeni bir yönelimdi. Ama Orhan Veli’yi ve Garip’i anmadan edemeyeceğim. Genç şairlerdi ve evet kulağa “Garip” geliyordu şiirleri. Göze de öyle. Bakınca orada ne aruzu görüyorduk ne kafiyeyi. Ama Genç şairler bir zelzeleyi doğurdu. Onunla da şiir masifleşti. Kayalar arasındaki boşluklar, şiiri subjektifçe yazabilme hürriyetiyle doldu.
Birikim ise, her zaman bir yığılma değildir. Evet, bazen geçmiş, üst üste gelen anlamlarla bir tortuya dönüşebilir. Ama bu tortu nekroz değil, bazen verimli bir zemin olur. Mesela Yahya Kemal’in sesini anlamadan Ahmet Haşim’i, oradan da Ahmed Arif’i ve hatta bugünlere gelen bir Turgay Fişekçi’yi okumak eksik olur. İlk ses aşınabilir; ama o aşınma bile yeni anlamlara kapı açar. Taş eskiyince yosun tutar, ama yosunun da bir dili vardır.
Ve kelimelere gelince… Onlar ritüelin artığı değildir yalnızca. Bazen ritüelin kendisidir kelime. Mesela Karacaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar,” dediği yerde, sadece doğayı değil, aşkla doğa arasında kurulan bir töreni okuruz. Ama kelime aynı zamanda bir metastazdır da — anlam çoğalır, dağılır, başka yerlere sızar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında,”dizeleri, tam da bu çoğalmış anlamın yansımasıdır: zaman kelimesi orada hem somuttur hem soyut, hem mekaniktir hem de varoluşsal.
Genç şair, bütün bu çelişkilerin tam ortasında yürür. Ne kesin konuşur, ne tamamen susar. Belki de en çok “arada” olmayı bilir — o arada, bazen bir yankı olur, bazen bir kırık. Ama her hâlükârda şiirin geleceğini o arada taşır.
Salim Nacar
Kadir Tepe: 2000 sonrası Türk şiiri, “harlı” ateşinde neyi cayırdatıyor: Kendi putlarını mı yıkıyor – seleflerinin küllerini mi, yoksa muhatabının bilinç eşiğini mi? Büyük şairler ve eleştirmenler neden artık çıkmıyor? Yoksa çağ, deha embriyolarını daha rahimde mi emiyor?
Asıl soru şu: Mesuliyetimizin olumlamaları nelerdir?
Salim Nacar: Kanılar varıldıkları anda kendisini kanı edinenler için büyük sorumluluklar yaratırlar. Bu nedenlecepheden ben bu kanıda değilim diyeyim. “Kuşak” diyemediğimiz için “sonrası” dememizdeki mantığı da kavrıyorum esasen. Ha bu bir soru! Burada bir kanı olduğunu da nerden çıkardın denebilir? Ben de meseleye ortasından girmenin verdiği cesamet ve cesaretle sorarım o vakit “kimmiş o büyük şairler, eleştirmenler?” diye. Şiire gireli yirmi beş yıl geçmiş, eğer o eleştirmenlerin bir zaman yetişmiş oldukları hakikatse şimdi tam da onların bizim gibi çalakalem yazanları eleştirecekleri günlere gelmiş olmalıyız. Ortada zarını atmasını beklediğimiz büyük bir eleştirmen görebilen var mı, bilmiyorum. Zar atmak eleştirmene nimet, şairin bunlara ihtiyacı yok. Şundan eminim ama: İyi şairleri yazacak iyi eleştirmenler hâlâ var, hep vardı, hep olacak. Şiirin periferisinde bu işlerin usulünce döndüğü bir şiir ortamı da her zaman varlığını korur, korudu, koruyacak. Burada nazarımızın kıymetini “işlerin usulünce yapıldığı yerler”i, “işlerin usulüne uydurulduğu yerlere” üstün tutup tutmadığı belirlemeli ama o konuda da sakin olabiliriz. Aslında şiir konusundaki her konuda sakin olabiliriz. Talihini tarihine bu kadar rahat bırakmış başkaca bir tür bulamazsınız çünkü.
Gelelim “harlı” ateş mevzuna. Ben o ateşin mahiyeti konusunda biraz endişeliyim. Yani şöyle diyeyim: Bir ateş var evet, yani hep vardı ama bunu körükleyen şiirin alevi miydi yoksa freudyen saplantıların giderilememesi miydi, pek emin olamıyorum. Şiirimiz hiç bu kadar ergen olmamıştı. Sözü söyleyip çekilme mesafesini iyi ayarlamak şaire vergidir. Ben bunu önemserim. Şairler çok konuşuyor, bundan rahatsızım. Şairler şiir konuşuyor, bundan daha fazla rahatsızım. Diyeceksiniz şairin şiir konuşmasında ne var? Ben şiir hata kaldırmaz diyor, bu nedenle yazının temsiline güveniyorum. Konuşmanın böyle bir lüksü yok. Bugünlerde şairler hiç olmadıkları kadar göz önündeler. Kimin gözü önünde, burası açık mı? Gözleri önünde bulunulmaya değer insanlar mı vardı bir yerde de biz mi onlarla göz göze gelemedik. Bu konuları epey düşündüm. Evimden kalkacağım, gideceğim, insanlara şiir hakkında bir şeyler anlatacağım. İnsanlar evlerinden kalkıp, yolda şiir haricinde her şeylere maruz kalacak ve şiir hakkında bir şey dinleyecek. Bu bir ütopya değil, distopya. Şair varlığını şiir okuruna sunacak nasıl bir değeri kendine biçmiş olmalı ki evinden kalkıp sokaklara çıkmaya cesaret edebilsin?
Bizim insanlara karşı bir mesuliyetimizin olduğu doğrudur. Bu mesuliyetin şevkiyle halkın yaşayışını görmeyecek kadar gözümüz kör de olmuş olabilir. Bununla beraber bir put sahibi olmak da az önemsenecek bir şey değildir hani! Putlarına sahip çıkanlara merhamet etmek gerekir. Çünkü insanın bir putu olması, korunmaya değecek bir şey bulmasıdır. Şiir ya da benlik kırılmaya değecek bir put mudur, elbette. Ancak öncelikle insanın inancındaki noksanlıklar dolayısıyla bir put yaratabileceğini hatırlaması gerekir. Ben putumu tanırım ve bir put kırabilmek olağanüstü çaba gerekir. Birileri putunu kırmış da baltayı putunun boynuna mı asmış! Acaba böyle mi demek gerekiyor şimdi; üstelik baltanın bizatihi kendisi yeni bir put olmuşken. Allah var, kuşağımın şairlerinin çalışkanlığına kefilim. Hatta şiirlerinden daha çok düzyazılarını önemserim, takip ederim. Son yirmi yılda o kadar iyi şiirler okudum ki, bunlar bana bir ömür yeter diye düşünürüm. Şiirin tarihe malzeme edilmesi içinse bize şiir değil; eleştiri gerekir. Bu eleştirinin içine bütünüyle yaşadığımız hayatın sorunları da eklenmelidir. Toplumculuğu değil yaşamsallığı arıyorsak, sosyolojiyi değil onurumuzu korumayı önceliyorsak şair olarak varlığımızın bizim için taşıdığı değerden çok kimler için vazgeçilmez olduğunu bilmemiz gerekir. Şiir yazmadan hayatımı devamedebilirim ama ben şiir yazmadan hayatına eskiden olduğu gibi devam edemeyecek insanların varlığını bilmeliyim. Külfetin kalifiyelisini kamunun karnı bilmez; bunu şair kendi şiiri pahasına hayatın gözünden çekip çıkarmalıdır. “Embriyo” ve “rahim” kelimelerini ise hatırlama katındagöründüklerinden sakıncalı buluyorum. Yani “o işler”, “o şekilde” olmayabilir. Bir şair yaratıcı gücünü çağın vasatını takip ederek yükseltebilir. Biz hep “marjinallik” arzu etmişiz. Öyle ki marjinalin de bir “kamu”su var artık. Vasatın hükmü ne zaman genelleşir ve marjinal hadden düşer, o zaman şairliğin ortodox/sünnî kuvvetiyle işlerin nasıl yoluna koyulacağını tartışmak farz olur. Mesuliyetlere tekrar dönersek, orası kolay. Orayı Ziya Gökalp bile anlamış ve “millî tetebbular” demiş, mesuliyetlerinin adına. Değil mi şu zekâmızla bile iyiyi kötüden ayıracak yetimiz, neyi muhafaza etmemiz, neyin hesabını görmemiz konusunda bize kılavuz olacak seviyededir. Yani “asıl soru” bu olmayabilir. Asıl soru hiç mi bu olmayabilirdi, değil elbette. Bir zaman vardı ki şairin kendini bütünüyle tanımasına ideolojiler, siyaset, gündelik yaşam ve şairin bizzat kendisi engeldi. Bugünse görüntümüz mükemmele yakın, bilincimiz kavramlarla şişkin, aklımızın engebelerinde inanca müteallik evhamlar dolanmıyor. Haklarımız kadar sorumluluklarımızın da bilincindeyiz. Öyle mi? Öyle diyelim. Öyle dersek öyle olur mu? Bir deneyelim.
İnsan kendisiyle temsil edilmesini umduğu şeyi merak eder sorar. 2000’ler deha sahibi insanlardan mı teşekkül etmiş, kendi putlarını mı yıkmış, büyük şair ve eleştirmenler mi çıkarmış, bunlar kimmiş? Sorulacak sorular bunlardır. Yani burada edebiyat değil “Doğrucu Davut” olmak çalışır. İyiyi kötüden ayıran bütün mal sahiplerinin yaptığı gibi kötüyü öne dizme yeteneğimiz şairliğimizden geliyor. Bu da çalışmış burada. Öyleyse ben neye inanırım, öyleyse ben şunainanırım: Büyük şair yoktur. Büyük eleştirmen yoktur. Büyük şiir vardır. Büyük, en büyük, büsbüyük şiir vardır. Büyük Türk Şiiri vardır. Canımız her sıkıldığında var olup olmadıklarını sorgulamak canlarını yaksa da müheyya bekleyen iyi atlar ve iyi insanlar da vardır.
Peki çok yakın zamanda kendi şiirini içerden çürüterek “hece”yle yazılmış bir kitap çıkaran benim içim neden bu kadar rahat değil ve insanların huzurunu kaçırmak için neden müthiş bir arzu duyuyorum içimde? Bilen söylesin. Ben de bir deneyeyim büyük şairlik zanaatını.
Berat Korkmaz
Kadir Tepe: Türk şiir eleştirisi, şiiri katı kurallara hapseden akademik bir dogma mı, yoksa dilin ve anlamın sinir uçlarına dokunan bir sabotaj girişimi mi? Şiiri açıklamak değil, bozmak mı amaçlanıyor?
Geleneksel poetik okuma ile modern çözümlemeler arasındaki bu gerilim hattı, şiirin kodlarını çözmeye mi çalışıyor, yoksa onları yeniden yazan bir müdahale mi?
Berat Korkmaz: Şiir, kendi kendini sürekli yeniden yazan, dönüştüren bir efsanedir. Eleştiri ise, o efsanenin yıkıcı yanı kadar yaratıcı yönünü de açığa çıkaran bir suikast girişimi gibi dilin kısıtlılıklarını yıkan, anlamın sinirlerine temas eden bir dokunuştur. Bu dokunuş şiiri daha ileriye götürmek ve şiirin hizmetkârı olmaktan başka bir şey değildir.
Yine de unutmamalıyız ki eleştiride dahi olsa nihai hedefimiz, şiiri açıklamak değil, onun içsel çalkantılarında saklı olan o canlı, kaçak ritmi yeniden canlandırmaktır. Fakat ne yazık ki Türk şiir eleştirisi, sabitlenmiş kalıplara hapsolan bir cezaevi ya da bir falez kenarında —falezin en ucunda, hani üfleseler düşeceğin o yerde— yankılanan, kimsenin duymadığı, asi ama beyhude bir çığlık olmaktan öteye gidemiyor. Belki de iki uç arasında salınan bir iptir, kim bilir.
Friedrich Nietzsche’nin “Dans eden bir yıldız doğurabilmesi için insanın içinde kaos olmalıdır,” sözü Türk şiir eleştirimizi açıklar niteliktedir.
Türk şiir eleştirisi, şiirin varoluşunun sürekli bir dansı, yıkımın ve inşanın, açıklamanın ve bozmanın birbirine karıştığı bir müdahaledir. Yaratıcı sürecin temelinde yatan kaosun, aynı zamanda yenilik ve dönüşümün kaynağı olduğunu anlarız buradan. Çünkü kaos beraberinde bambaşka bir düzen getirir. Burada eski yaratımlarımların yerini yenileri alır. Enemy filminin başındaki şu sözü hatırlayalım: “Kaos henüz anlaşılamamış bir düzendir,”
Ben, bu düzenin, bu yaratıcı ve kaotik sürecin içinde, şiirin kendisini yeniden yazan ve şekillendiren kişi olmak istiyorum.
Şiir doğası gereği sabote edilmeye açık bir organizmadır; hatta bence şiir zaten bir sabotajdır. Dilin, anlamın, alışkanlıkların, ideolojilerin sabote edilmesinden şairin kendi benliğinin sabote edilmesine kadar gider bu.
Ruhsatsız buluşmalarında da söz ettiğim gibi: “Şair ilk insandan kıyamete kadar tüm zamanlara meydan okur. Zamana ve mekâna esir olmaz, onları esir eder. Çünkü şair bozguncudur,”.
Ben eleştiriyi de bir tür “bozma” eylemi olarak görüyorum. Ama burada mesele, yıkımın neye hizmet ettiğidir. Eğer eleştiri, şiiri daha da açmak, onun sinir uçlarını elektriklendirmek için yapılıyorsa, bu yaratıcı bir sabotajdır. Ama şiirin varoluşsal ritmini yok etmek, onu bir şablona sokmak için yapılıyorsa, işte o zaman ölümcül bir müdahaleye dönüşür.
Geleneksel poetik okuma ile modern çözümleme arasındaki gerilim, aslında şiirin varoluşunu belirleyen bir fay hattıdır. Şiir eleştirisi, bu kodları çözmeye mi çalışıyor, yoksa onları yeniden mi yazıyor? Bence iyi eleştiri, kodları bozarak yeni kodlar üreten bir virüs gibi işlemeli ve şiirin içinde, onunla infilak etmeli, yok olmalıdır. Bu yeniye ulaşmak için, daha iyiyi elde etmek için gereklidir.
Big Bang. Var olanı yıkarak, yok ederek daha iyisine ulaşmak… Yoksa sadece şiirin otopsisini yapan bir akademik laboratuvara dönüşürüz ki şiir dediğimiz şey zaten o masada durmaz. O, çoktan kaçmış olur.
Ünlü eleştirmen Jacques Derrida’nın “Il n’y a pas de hors-texte,” (Metin dışında hiçbir şey yoktur) sözü söylediklerimi destekler niteliktedir. Şiirin —ve dolayısıyla onun eleştirisinin— hiçbir sabit, önceden belirlenmiş koddan bağımsız olmadığını, her okuma ve her müdahalenin aslında metni yeniden yazan, yeni anlamlar üreten bir eylem olduğunu ima eder.
Muhammet Durmuş
Kadir Tepe: Şair, kendi elleriyle yonttuğu puta mı secde eder, vaktin öğütüşünden geriye kalan un ufak silüete mi? Alkışın şavkıyla mı belirir, isimsizliğin muhtevasında mı kudret devşirir?
Asıl soru şu: Şair, sözün keşişi mi, sesini efsaneye tahvil eden bir tüccar mı?
Muhammet Durmuş: Tanrı bile kelamını kendi adıyla indiriyor. İsimsiz oluşa inanmıyorum. Üretmek, doğası gereği bir parça kibir katar insana. Bu bir kenarda dursun. Yankılansın dursun.
Niye şiir yazıyorsun kardeşim? Ya kıvranışına sebep olanı dışarı atmak için ya da bir şekilde kabiliyetini göstermek için. İkisi de belki. Zaman zaman insan kendi içindeki gizli amaçtan da habersizdir zaten. Derdini, sancısını estetik bir şekilde döker. Yahut önce döker sonra o hafriyattan şık bir inşa kuruverir. Ee? Herkes öyle ya da böyle derdini döküyor zaten. Bütün insanlar. Sen niçin yazıyorsun? Niçin düzenliyorsun? Ortaya bir eser çıkarıyorsun, niçin? Bir eser varsa görünsün, okunsun içindir. Üretimle gelen o bir parça kibrin açtığı tatmin ihtiyacının giderilmesi içindir.
“Ben şiirimin görünmesini, okunmasını istemiyorum,” diyenler oluyor. Onların şiirleri çoğunlukla gündelik cümlelerinden yahut platonik aşk mektuplarından oluşuyor fakat. Yani ya muhtevadan gelen bir cüretleri olmuyor ya da gelen cüreti gösterme konusunda mahir değiller. Şu da var ki görünmesi, okunması istenmeyene dair bir bahis açmak, sonrasında kullanılan kelimeleri anlamından düşürür. Bahsi açılan, konuşulmak istenendir çünkü. Keşiş sessizdir.
Keşiş tek başınadır. Tüccar pragmatisttir. Şair de şairdir; kendi yolculuğunda biraz keşiş, diğerinin verdiği karşılıkta biraz tüccar. Mühim olan bunun derecesidir. Öyle düşünüyorum. Necip Fazıl gibi çok iyi bir şair olup zeminsiz şekilde her taraftan çıkar kapmaya çalışmak var, İsmet Özel gibi “Kalan sağlar haindir,” deyip sağ kalanlardan olmak var. Attilâ mesela o kadar yazdıktan sonra sosyal karışıklık çıkınca soluğu Fransa’da alıyordu. Nâzım desen mahpustan mahpusa. Suya sabuna dokunmayanlar da mevcut. Hepsini biliyoruz. Bugünü de biliyoruz. Ben buradan ideal bir tanım çıkaramıyorum. İsmini saydıklarım çok iyi şairlerdir bana göre. Sadece tercihlerden bahsedebilirim bu yüzden. Şiir iyi olduktan, bir şey anlattıktan sonra şairi o anlattığı şeyin meşalesini taşıyan biri gibi görmem. Belki de anlattı, attı içindekini ve konforunu buldu, yoluna devam ediyor. Ama ben o atılanı/anlatılanı aldım ve bir yangın başladı içimde, konforumdan etti beni. Bambaşka süreçler.
Falan ve filan. Nedir şair, sanatçı değil mi? Şiir bir sanat eseri değil mi peki? Bir heykeltraş bir müzisyen bir oyuncu sanat icra ederek hayatını kazanabiliyorken şair neden kazanamasın? Kazanınca niçin tüccar olsun? Ha, tüccarlığını şiir üzerinden yapanlar da var ama onlar zaten tüccardı, şair değildi. Başka bir mesele var burada. Ben şairler üzerinden konuşuyorum kendi çapımda. Benim alıcım niçin olmasın? Müşterim niçin olmasın, müdavimim? Yeni şiirin ne zaman gelir, dosyan ne zaman çıkar, bakalım zihnimizde/kalbimizde nereye dokunacaksın, ne yana pencere açacaksın diyen niçin olmasın? Bunda bir sorun göremiyorum. Özel sipariş almam ama şiirimi satabilirim. Ustası benim çünkü. O da benim eserimdir. Bu durum ne beni kendi yaşam yolumdan, düşünce yolumdan alıkoyar ne de şiirimi yerlere düşürür. Hatta daha sağlıklı bir yaşama kapı aralar. De Bruyne bir sanatçıdır, parasını vermezsen ve o da sana performans sunmazsa hakkıdır. Suyunu alamayan gül bile açmıyor arkadaş. Peygamber ganimetin çoğunu alıyor. Karakoç plastik poşetle geziyordu, Ali Tekintüre de beş parasız öldü. Şair, insanlığın piçi midir?
Âkif millî marşı yazmasaydı bugün kimin umurundaydı Allah aşkına? Fuzûlî saraydan ne itibar ne de para alamasaydı ne kadar yazar ne kadar yaşayabilirdi? Yûnus’un dizeleri dilden dile dolaşmasaydı yolculuğunu kim takardı? Özetle demek istediğim şu ki keşiş olan kendi başına yürüsün, tüccar olan sakalına baksın, şairin de hakkını verin arkadaş. O da insan, etten ve kemikten, Türkiye’de yaşıyor ve geçinmeye çalışıyor.
Editör: Yunus Erçin Kol
Devam edecek…