XIII.
Göçen Kervanın Ardından
Sizce yıllardır televizyonlarda izlediğimiz, eskilerin Dallas, yenilerin Aşk-ı Memnu dediği köyde geçen yasak aşk hikayelerinin bunca fazla olmasının sebebi nedir? Üstelik şehirlilerin de köylülerden aşağı kalır yanları olmadığını biliyorken bu suali gündeme getirmemiz gerekiyor. Cevabın, uzun bir zamana yayılan gelişmelerle bağlantılı olduğu kanaatindeyim.
Türk köyleri, 1000 yıldan eski olmamak kaidesiyle Anadolu’da kurulmaya başlandığında, her köyde bir velinin bulunduğunu görürüz. Hacı Bektaşlar, Yunuslar, Mevlanalar, Geyikli Babalar, Somuncu Babalar, Hacı Bayramlar… Hemen hepsinin yolu köyden geçmiş, hemen hepsi bir köyde ikamet etmiş hatta köyler kurmuş. Şehirler o dönem gayrimüslimlerin elinde. İlk yerleşimler şehir surlarının etrafında şekilleniyor. Türkler fetihlerden sonra şehirlerde yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Bu sebeple Türk şehirleri tarih sahnesine çıkana dek Türk irfanının köy konumlu olduğunu görüyoruz. Şiirde de bunun izini sürmek kolaydır.
Türk şehirleri bizzat bu irfanın şehre intikaliyle inşa edilir. Türk lisanının hem uzunluğu, hem edebi niteliği bakımından en yüksek ürünlerinden biri olan Vesiletünnecat (mevlid olarak bildiğimiz) şiiri; Ulu Camii imamı olan Süleyman Çelebi tarafından Bursa’da yazıldı. Yüksek kültürlü yerleşik Türkler tarih sahnesine çıktıktan sonra Türk şiiri de adeta yeniden doğdu. Yunuslardan gelen yüksek kültür üretimi, Çelebilerden geçti, Itrîlere vardı. Başka kültürlerle etkileşime girdi, şiir tarihinde yolculuklara çıktı, tekâmül etti.
Şehirlerle birlikte yeni bir Türk kültürü de inşa edildi. Haliyle yeni bir Türk de. Bu Türk kitabî bir kültürün taşıyıcısı konumuna yükseldi. Taşra ise eski geleneğinde, göçebe kültürün içinde kaldı. Cumhuriyetin ilanına dek köylerde Cuma namazı dahi kılınmıyordu. Zira kaza dediğimiz eski yerleşim birinin daha altında kabul edilen yerleşim yerlerinde, kadı atanmadığı için cuma namazı da farz kabul edilmiyordu. Bu ilginç bilgi bize yalnızca entelektüel bir zevk vermesin. Türk köylerinin kitabîlikten ne kadar uzak kaldığını da anlatsın. Netice olarak şehirlerde kitabî bir kültür gelişirken, köylerde en eski gelenekler korunmuş, yaşam biçimi hâlâ konar göçer kalmıştır. Modern çağa dek söz konusu şehir-taşra ayrımı Osmanlı’nın başına çorap örmediği için Saray da bu işle ilgilenmedi.
Cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte bir şey oldu. Kitabî şehir kültürü yerini Frenkleşmeye bıraktı. Diplomalı eğitimliler yüksek kültürlü yerleşik Türklerin yerini aldı. Bu dönüşümün ayak sesleri elbette Batılılaşma süreci başladığından beri yani Osmanlı’nın son döneminden beri duyuluyordu fakat cumhuriyetin ilanına dek kadar bu dönüşüm nihayete ermemişti. Haliyle bu dönüşüm Türk dilinin, Türk kültürünün, Türk mefkuresinin, Türk sanatının gerilemesine sebep oldu. Bugün Tanzimat dönemindeki şiirin çeyreği yazılamıyor. Bugün Klasik Türk müziğinin yüzüne bakan yok. Bugün şehir insanı, kitabîliği temsil etmek şöyle dursun, hayat felsefesini tümüyle Frenklerden naklediyor.
Peki köylerimizde ne oldu? Yokluğun içinde debelenen köylerimiz, devletin şefkatli eli uzandığı ölçüde emniyetli bir hayat temin etti. Bundan fazlasını da hiçbir zaman görmedi. Haliyle Türk şehirleri ve Türk köyleri; divan edebiyatı ve halk edebiyatı gibi -her ne kadar etkileşimler söz konusu olsa da- ayran içip ayrı düştü. Yokluğun nasıl bir şey olduğu, Türk köylüleri üzerinde nasıl bir tesir bıraktığı Kemal Tahir’in romanlarından okunabilir. Sanıyorum ki yazının başında dile getirdiğim sorunun cevabı belirmeye başladı.
Cumhuriyet; bu ayrılığın, benim “aynı kıbleye dönmek” olarak ifade edeceğim birlikteliğe hizmet etmesi idealiyle bir yerden bir yere varabilirdi. Varamadı. İstiklâl Harbi şehre de köye de bu birleşmeyi öğretecek kudrete sahipti. Ayrılık, yerini birliğe bırakacak mı derken, derinleşti. Şehirler Frenkleşti. Köyler, şehirlerden boşalan kitabî kültürü kendi meşrebince sahiplenmeye çalışsa da bunda elbette şehir kadar başarı sağlayamadı, bozuk bir muhafazakarlığın merkezi haline geldi. Nitekim kitabî kültür ancak şehir merkezli bir hayatta tezehhür edebilir. Neticede elimizde çok bilinmeyenli bir denklem var.
“Sened-i İttifak, modern devlet anlayışına aykırı bir akımı temsil eder,” der Halil İnalcık. Modern çağ bir anlamda Avrupa devletlerinin merkezileşmesi demektir. Yüzyıllar boyunca Osmanlı Sarayı’nın ulaştığı merkezîlik seviyesine ulaşmaya çalışan Avrupalılar bunu ancak modern çağın eşiğinde kiliseyi ve aristokrasiyi tasfiye ederek hayata geçirebildiler. Elbette bunu Türk siyasetinden farklı olarak burjuvazinin hizmetine girerek yapabildiler. Avrupa’daki sınıf savaşında Burjuvazi, diğer sınıfların siyasî, hukukî vs tüm imtiyazlarını ilga ederek bu savaşı kazandı.
Yer yer dile getirenler çıkar; Türkiye’de zengin olmak hâlâ devletin kontrolüyle, izniyle mümkündür. Çünkü Türkiye’de işler Avrupa’daki gibi teşekkül etmedi. Türkiye’de Türkler bir sınıf, Rumlar bir sınıf, Ermeniler bir sınıf olarak varlık sahası buldular. Bu sahanın içinde Türkler her zaman bir adım öndeydi. Hukukî, siyasî, iktisadî imtiyazlar Türk sınıfının elindeydi. Avrupa’daki gibi ekonomik bir sınıflaşma buraya gerçekleşmedi. Toprak devletindi. Türk sınıfı dışındaki sınıflar zımmîlik vergisi ödüyordu.
Osmanlıcılık politikası mezkur sınıfları kaynaştırma hayaliyle devreye sokuldu. Olmayacak duaya amin dendi. Haliyle bu formül tutmadı ve Türkiye’nin gerçek sahipleri olan Türkler, diğer sınıfların üzerine çullanmasına rağmen kıyam etti ve İstiklâl Harbi neticesinde Türkiye’de tekrar bir Türk devleti var edildi. Edildi fakat, binlerce yılın yabancısı bir ses değdi beynimize. Türk şehirleri, Türk sınıfının elinden çalındı. Frenkleşmenin kollarına teslim edildi. Türk köyleri ise Frenkleşme cereyanına yönelik tepkinin biriktiği, aktığı alan haline geldi.
Herkes Mersin’e giderken, Osmanlı tersine gitti ve süreç Sened-i İttifak’a vardı. Hemen ardından bir toparlanmaya çalışma süreci ve Tanzimat Fermanı. Merkezî yapıyı umutsuzca tekrar kurma çabası. Fakat sonuç ikinci kez hüsran. Tanzimatla ortaya konan müslüman ve gayrimüslimin eşit vatandaş olması fikri; yani Osmanlıcılık, yukarıda zikrettiğim ayrılığın ortadan kaldırılmasına bırakın hizmet etmeyi, toplumu çok daha fazla böldü. Nitekim birleştirilmesi gereken ayrılık, müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki değil; şehir ve taşra arasındaki ayrılık idi. Yani Türk sınıfının, kendi varlığını tehdit eden diğer sınıflara karşı birlik olması.
Bugün; şehir ve taşra arasındaki farkı ne herkesi Frenkleştirmeye çalışarak ne de herkesi taşraya sıkışan bozuk muhafazakârlaştırmaya kanalize ederek kapatabiliriz. Şehir ve taşra aynı kıbleye dönmeden Türkiye’de bir millet hayatı inşa etmemiz mümkün değil. Millet hayatı aslında kelimenin tam manasıyla sınıf bilinci demektir. Sınıf bilinci; yani şehri ve köyüyle, şehrin ve köyün kendi hususiyetleriyle bir sınıf olarak birleşmesi demektir.
Buna ister bir okuldaki sınıftan ister işçiler ya da patronlar gibi ekonomik sınıflardan örnek getirelim, fark etmez. Tüm örneklerde göreceğimiz şey aynıdır. Bir sınıfın üyeleri aynı kıbleye dönüktür. Aralarında ön sırada ya da arka sırada oturmak gibi farklar bulunabilir. Bu nedenle birinin gözlük takması gerekirken diğerinin arkasında oturanların görüş açısını kapatmamak gibi sorumlulukları olabilir. Fakat nihayetinde o sınıfın içindeki herkes aynı tahtaya bakar. Aynı cümleyi yahut matematik formülünü ezber eder. Biri kalemi sol eliyle tutarken diğeri sağ eliyle tutabilir fakat aynı tahtadaki aynı formülü defterlerine geçirirler. Türkler şehir ve köy hayatıyla aynı ezberi yani “Türk sınıfı” ezberini edemedikleri takdirde, hakimiyetlerini tümüyle kaybedecekler. Başlangıçta, bilakaydüşart denerek ele geçirilen hakimiyet resmi olarak gayrimilli unsurlara devredilmek zorunda kalınacak.
Türk sınıfı ezberi ne tümüyle Frenkleşmek ne de taşraya sıkışan bozuk bir muhafazakârlaşmaya düşmek demektir. Türk sınıfı ezberi; her şeyden evvel Türkiye’de hakimiyetin diğer sınıflar yerine Türk sınıfında olması gerektiğine inanmaktır. Hakimiyet bilakaydüşart milletindir, demek bu demektir. Frenkleşme ve taşraya sıkışan muhafazakârlaşma Türk sınıfı bilincinin aşınması demektir. Bu nedenle iki biçimin de aşılması gerekiyor. İki biçimin de bir tür yumuşama olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,/Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın./Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın”. Âkif’in; alçaklar dediği Türk’ten aşağı olanlar. Yani Türk sınıfının karşısında aşağıda olan diğer sınıflar. Yukarıda zikrettim. Nasıl kapitalist sistemde burjuvazi sınıfı yüksekte, işçi sınıfı alçakta; Türkiye’de de Türk sınıfı yüksekte, diğer sınıflar alçakta idi. Cumhuriyetten sonra da öyle olmalıydı. Duası edilen bu idi. Bugünse herkesin dilinde Türk sınıfının hakimiyetinin aleyhine laflar var. Türkiye’de bir Türk sınıfı yaşıyor mu? Bu sınıf, iktidarı için mücadele etmeyi göze almış durumda mı? Bu sınıf kültürüyle, sanatıyla, siyasi pozisyonuyla tebarüz etmiş halde mi? Sınıf; sınıf bilincine sahip mi?
Devam edecek…