XVIII.
Göçen Kervanın Ardından
Sene 1911. Meclis-i Mebusan’da bir oturumdayız. Kürsüde Elmalılı Hamdi Yazır var. Sadrazam Said Halim Paşa ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’ya cevap veriyor. Bu iki büyük devlet adamı; Hürriyet ve İtilaf partisinin kurucularından, avukat ve 9 sene sonra İstanbul Barosu başkanlığı yapacak olan Lütfi Fikri Bey’in ‘Tanzimat’ adlı gazetesinin kapatılmış olmasını savunuyor. Elmalılı Hamdi Yazır, Lütfi Fikri Bey’in gazetesinin, kanunsuz bir yolla kapatıldığını söyleyerek, yanlış yapıldığını anlatmaya çalışıyor. Bunu yaparken de Resulullah’ın getirdiği temel kaidelerden birine atıf yapıyor: “İtaat maruftadır”. Yani; marufa karşılık gelmeyen bir iş ve işlemde hiç kimse itaate zorlanamaz.
Lütfi Fikri Bey’in gazetesi kanunsuz bir yolla kapatılmıştır. Nitekim iki büyük devlet adamı da bu gerçeğin farkındadırlar fakat siyaseten husumetli oldukları Lütfi Fikri Bey’e karşı yumuşak bir tavır sergilemek istememektedirler. Belki de savaşta kurşun sayılmaz, diye düşünmekteler. Fakat içlerinden biri çıkıyor, kendisi de İttihatçı olan Elmalılı Hamdi Yazır; bir itilafçının hukukunu koruyor. Bunu yaparken de “Düşmanlarıma (itilafçılara) güç kazandırır mıyım?” diye korkmuyor. Çünkü biliyor ki Allah ve resulü, müslümanların aleyhine işleyecek bir kaide getirmezler. Lütfi Fikri Bey’den korkmuyor. Onun gazetesinden korkmuyor. İki büyük devletli karşısında da dizleri titremiyor. Fikirlerine katılmasa da onun gazetesinin kanunsuz yollarla kapatılmasına Resulullah’ın koyduğu kaide uyarınca karşı çıkıyor.
“Din asıldır devlet onun feridir,”. Bu söz anlamını esas olarak Anadolu’nun Türkleştirilmesi döneminde buldu. Bursa’nın fethine katılan Gazi Geyikli Baba, Sultan Orhan kendisini çağırdığında, sultanın ayağına gitmeyi reddetmiştir. Dikkat buyurun, Geyikli Baba sultanın üzerinde bir ruhban sınıfı değil. Fakat kendisini sultanın kulu da görmüyor. Ne devlete çöküyor ne devletin kendine çökmesine müsaade ediyor. Aynı tavrı İmam-ı Azam’da görmüyor muyuz?
Yunus Emre ile aynılaştırabileceğimiz bir seçkin zümre, o dönem yeşerdi. Türk seçkin zümresi bir devlet organizasyonu sayesinde vücut bulmadı. Örneğin Âhi teşkilatı bir devlet organizasyonu değildir. Bunun böyle olduğunu iddia eden hiçbir tarihçi görmedim. Bikalis Âhiler misal Ankara’da devletin esamesinin okunmadığı tarihlerde Ankara’da nizam kurmuştur. Âhiler yalnızca bir esnaf teşkilatı değildi. Doğrudan Türk milletinin sinesinde yeşermiş bir toplumsal teşkilattı.
Türk seçkin zümresinin alamet-i fârikası; Kur’an-ı Kerim’in hükümleri ile çakışan bir iş, icraat, anlaşma vsolduğunda buna yanlış diyebilmeleriydi. Gavura ve gavurluğa itiraz etmeleriydi. Batılılaşma süreci bu zümrenin kalıntılarının da üzerinden geçti. Türkiye’nin Batılılaşma macerasının motor gücünün Osmanlı hanedanlığı olması burada bizi düşündürmeli. Modern çağda parmakla gösterilecek kadar az Türk bu seçkin zümrenin bir üyesi oldu.
“Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu/Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!/Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer’-i mübîn” diyor Mehmet Âkif. Vatan çiğnendikten sonra elinde kalacak İslam’ın yolunmuş kazdan farkı olmadığını bilecek ferasette biriydi çünkü.
Din Allah’ın insanlara bahşettiği dünyalı ilahlar tanımamalarına imkan verecek bir tutamaktır. Yani din devletten üstündür. Bu ifade devlet düşmanlığı demek değildir. Anarşizm de değildir. Devlet, şirket ya da şahıs hiç fark etmez, eğer adil değilse, eğer zulmediyor, sömürüyorsa eğer haktan saptıysa ona karşı çıkılır. Merhum Âkif de böyle yaptı. Müslüman olmak için ikrar edilmesi gereken kelime-i şehadetin “La ilahe”, yani ilah yoktur cümlesi ile başlamasının manası budur. Allah’tan başka ilah yoktur. Bu ilah ister devlet ister şirket ister para ister şahıs olsun.
İ.Ö. 1200’lerde Atina şehrinin kralı Kodros, şehrini Dorlara karşı savunurken bir söylenti duyar. Dorların kahini, eğer Atina’nın kralını öldürürlerse şehri ele geçiremeyeceklerini söylemiştir. Bu kehaneti duyan Kodros, tebdil-i kıyafet Dor istilacılarının karargahına gider, kavga çıkarır ve kendini öldürtür. Bu kahramanlık ve asalet karşısında şaşkına düşen Dorlar geçici de olsa kuşatmayı kaldırırlar.
Antik Yunan’dan bir misal daha verelim. Kral Oidipus, bilmeden babasını öldürdüğünü öğrendikten sonra kendi gözlerini kör ederek kendini dağlara vurur. İki oğlu taht kavgasına tutuşur, ikisi de ölür. Yeni kral, oğullardan birini -geleneklere uymadığını gerekçe göstererek- gömmek istemez. Bunun üzerine Oidipus’un kızlarından Antigone, krala karşı gelerek, kardeşlerinden birinin gömülüp diğerinin gömülmemesine itiraz eder. Yeni kral Antigone’u idam etmeye karar verir. Antigone buna rağmen inandığı doğrular uğrundan canından geçmeyi göze alır.
Antik çağdan getirdiğim iki misal de mitolojiyle karışık hikayelerdir. Tarihte ayniyle yaşanıp yaşanmadığı tartışmalıdır. Fakat mühim olan bu değil. Mühim olan Antik Yunan’da niçin bu iki misaldeki gibi binlerce hikâyenin anlatıldığıdır. Antik Çağ’daki bu hikâyelerinin tamamı, genç nesilleri yetiştirmek için kullanılır. Mitoloji dediğimiz hadise bir fantezi değildir. Homeros’un uzun şiirleri de yıllarca ders kitabı gibi kabul görmüştür. Vatanın istiklâli için kendini feda etmeyi, kültürel değerleri için ölümü göze almayı öğreten bu hikayeler Antik Yunan’a, sahip olduğu gücünün çok ötesinde bir hayat yaşamaları imkanını sağladı. Persler kat kat güçlü ordularıyla Yunan’ı ortadan kaldıramadı.
Biz Türkler, kendi hikâyemize sahip çıkabilirsek şerefli bir hayat inşa edebileceğiz. İnsanlar bozulan arabasını sanayiye götürürken muhakkak bir tanıdığından referans almak zorunda kalmayacak. Herhangi bir dükkandan alışveriş yaparken, acaba kazıklanacak mıyım endişesi gütmeyecek. Herhangi bir lokantada yemek yemek istediğinde, acaba sağlıklı/helal ürünler kullanılıyor mu korku yaşamayacak. Bunu temin etmemizin formülü kendi hikayemizi hatırlamaktan geçiyor.
Geyikli Baba’nın tavrını, Elmalılı Hamdi Yazır’ın tavrında görebiliyor muyuz? Elmalılı’nın tavrını, Mehmet Âkif’in şiirlerinde okuyabiliyor muyuz? Ancak ve ancak kendi hikayemizden şerefli bir hayat inşa etmenin unsurlarını temin edebiliriz.
Devam edecek…